أدب العالم أولى من علمه
Âlimin edebi ilminden daha evladır.
Sakın zalimlere meyletmeyin. Yoksa onlara dokunacak ateş size de musallat olur.
İslam’da devletin yönetim biçimi, Kitap ve Sünnet ile açıkça belirtilmemiştir. İnsanların maslahatına göre yönetim biçimleri değişebilir. Değişmeyen ve değişmeyecek olan yönetimin içeriğidir. Yönetimin içeriği Kur’an ve Sünnet ile belirtilmiştir. Müslümanların başına geçecek olan kişinin sahip olması gereken vasıflar, dikkat etmesi gereken hususlar, halka karşı adil davranması ve İslam nizamının koruyucusu olması, koruyamadığı takdirde bu görevi devretmesi vb. hususlar ayet ve hadisler ile belirtilmiştir.
Günümüzde devlet yönetimi bazı İslam ülkelerinde krallık, bazılarında ise parlamenter sistemle yürütülmektedir. İslam nizamını tatbik ettikleri sürece yönetim şekli problemli değildir. Önemli olan Müslümanların menfaati ve İslam nizamının uygulanıp uygulanmamasıdır. Nitekim Hazreti Peygamber’den sonra Emirü’l Mü’minin, sonrasında halifelik, sonrasında saltanat ve krallıklar gelmiştir. İslam Âlimleri yönetim biçimlerine karışmamış ama yönetim anlayışına kimi zaman itiraz etmişlerdir. Bu yazımız İslam Âlimlerinin devlet yöneticilerine karşı tutumları üzerinde olacaktır. Tarihte emirlere, eyalet valilerine, krallara karşı nasıl davrandıkları, günümüzde ise siyasilere, partilere, parti yöneticilerine ve devlet başkanlarına karşı nasıl davranmaları gerektiği üzerinde duracağız.
Günümüz siyasetinde ilim adamlarının dikkat etmesi gereken hususlar şunlardır:
Âlimler siyaset üstü bir tutum sergilemelidir. Herhangi bir partiyi veya siyasetçiyi açıktan desteklememelidir. Siyasetçiler ile birlikte bulunmamalı, onların ismini dahi zikretmemelidir. Âlimlerin siyasetçiler ile oturup kalkması, siyasilere meşruiyet kazandırmış sayılacaktır. Siyasetçilerin tamamı kötü insanlar değildir. İçlerinde elbette Müslümanların menfaatini düşünenler vardır. Fakat ne olursa olsun ilim adamlığı, siyaset ve siyasiler ile birlikte olmayı engellemelidir.
Âlimler siyasetçilerin lehine ya da aleyhine açıklama ve demeç vermekten, röportaj yapmaktan da sakınmalıdır. Doğru olanı desteklemeleri gerekir. Yanlış olana da karşı çıkması gerekir. Ama bunu yaparken muhalefet partisi gibi davranmamalıdır. Zira siyasiler sadece mensubu olduğu partideki kimselerin siyasetçisi sayılırken âlimler ise iktidar, muhalefet, mecliste vekili bulunan ya da vekili bulunmayan herkesin âlimidir.
Âlimler siyasiler tarafından yönlendirilen olmamalıdır. Bilakis siyasileri yönlendiren olmalıdır. Bunu yaparken de herhangi bir parti veya siyasetçiye yakın olduğu izlenimi de vermemelidir. Âlimler herkesin ortak değeri, ortak aklıdır. Nasihat ederken, teklif ve talepte bulunurken âlim olduğunu unutmamalıdır. Siyasilerin yapmış oldukları işleri veya söyledikleri sözleri temize çıkaran olmamalıdır. Ancak İslam’ın aleyhine olan bir davranış veya sözü duyduğu zaman da uygun bir dille uyarmalıdır. Bunu yaparken de doğru bilgi sahibi olduğundan emin olmalı, gazete, internet veya kulaktan duyma haberler ile hareket etmemelidir.
Âlimlerin siyasi mitinglere, toplantılara, çalışma ve çalıştaylara katılmaması gerekir. Herhangi bir partinin amblemini, bayrağını, broşürünü evinde, arabasında ve kendisine ait bir yerde bulundurmamalıdır. Siyasilerin ziyaretine gitmemesi gerekir. Zira günümüzde medya, bu tür ziyaretler ile ilgili bilgi ve belgeleri(fotoğraf, video) arşivleyerek istediği şekilde haber olarak sunmaktadır. Ancak siyasiler, âlimlerin özel mekânına ziyarete gelirlerse âlimlerin bunu da reddetmeyip bazı hususlara dikkat etmeleri gerekir. Seçim dönemlerinde siyasiler, her şehrin önemli simalarından dua alma bahanesiyle o âlimin de kendisini desteklediği izlenimini verecek şekilde tavırlar sergilemekte ve medyayı da yanında götürmektedir. Böylesi ziyaretlerde mümkün mertebe medyanın içeriye alınmaması faydalı olacaktır.
Âlimler siyasilerin bağış, bahşiş ve hediyelerinden de uzak durmalıdır. Onlardan maddi yardım talep etmemeleri gerekir. Onların gönderdiği yardımları da belgeleyerek hayır kurumlarına aktarmalı, kendi şahsi işlerinde kullanmamalıdır.
Seçim dönemlerinde âlimlerin biraz daha dikkatli davranmaları gerekir. Tanımadıkları kimselerin yanında herhangi bir parti ya da siyasetçi ile ilgili açıklamalardan uzak durmaları gerekir. Siyasetçileri tanıyor olsalar bile açıktan açığa desteklememeleri gerekir.
Âlimlerin televizyonda yayınlanan siyasi içerikli programlara katılmaması, katıldıkları zaman da bu tür programlarda siyasilerin hepsine nasihat etmelidirler. Kişiler hakkında sorular sorulan soruları cevaplamamaları gerekir. Siyasilerin sahip olması gereken İslami ahlak ile ilgili konuşmalarda bulunmaları, onlara nasihat etmeleri ve Müslümanların menfaatini gündeme getirmeleri gerekir. Yanlış anlaşılmaya müsait ifadelerden de kaçınmalıdır.
Âlimler, siyasilerin rakibi değildir. Kendisini öyle de görmemelidir. Siyasilerin yaptığı veya söylediği her sözden sonra kendisini illa bir açıklama yapma durumunda hissetmemesi gerekir. Buna dikkat etmeyen âlimler kısa bir sürede deşifre olmakta ve siyasiler tarafından sevilmeyen kişi ilan edilmektedir. Âlimin sevilmeyen kişi olma korkusu elbette olmamalıdır. Ama olur olmaz her meseleden sonra basın açıklaması gibi siyasileri çekiştirmesi de doğru değildir. Âlimin işi insanları eğitmek ve dini doğru bir şekilde anlatmaktır. Ama bazı ilim adamları haftalık ders ve sohbetlerinden sonra kendilerine yazılı olarak sorulan ve siyasileri ilgilendiren meselelere cevap verirken büyük bir hatanın da içine girmiş oluyorlar.
Âlimler siyasileri birilerinin işini halletmek, iş bulmak vb. nedenler ile aramamalıdır. Zamanla itibar problemi yaşayabilir ve kefil olduğu kimseler yüzünden ilim adamlığına zarar gelebilir veya insanlar bu durumu istismar edebilir.
Bazı Âlimlerin Devlet Yöneticileri İle Münasebetleri
Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlı döneminde hayalini kurduğu Medresetu’z Zehra için İstanbul’a gelir ve İçişleri Bakanlığına durumu arz eder. İçişleri Bakanı Bediüzzaman’a şöyle der: “Sultanımızın sana özel selamı var. Bin kuruşu şahsınız için hediye ediyoruz. Memleketinize döndüğünüz zaman da aylık otuz lira maaş size bağlanacaktır.” Bediüzzaman şöyle cevap verir: “Ben buraya dilenmeye gelmedim. Buraya şahsi işlerimi yürütmeye de gelmedim. Bin lira dahi verecek olsanız onu almam. Ben halkımın maslahatı için geldim. Sizin ise bana teklif ettiğiniz sus payıdır. (susmam için verdiğiniz rüşvettir)” Bakan: “Bu şekilde davranarak sultanın verdiğini geri çevirmiş oluyorsun. Hâlbuki sultanın verdiği geri çevrilmez” Bediüzzaman: “Evet, böyle davranarak sultanı kızdırıyorum ki, benimle görüşsün ve ben de onun yüzüne hakkı söyleyeyim” Bakan: “Fakat akıbetin hayır olmaz!” Bediüzzaman: “Sebepler çok olsa da ölüm bir defadır!”
Yine bir defasında Ankara’ya çağrılır. Ankara’da milletvekillerinin çoğunun namaz kılmadığını görür. Bunun üzerine on maddelik bir yazı hazırlar. “Ey milletvekilleri, sizler büyük bir gün için yeniden diriltileceksiniz” diye başlayan yazıyı okur ve altmış milletvekili namaz için kalkar. Mustafa Kemal durumdan haberdar olur ve Bediüzzaman’ı çağırıp şöyle der: “Biz senin sağlam olan görüşlerinden istifade etmek için çağırdık. Hâlbuki sen gelir gelmez namazdan söz ederek meclisin huzurunu kaçırdın.” Bediüzzaman, şöyle cevap verir: “Paşa, Paşa! İmandan sonra en büyük tecelli namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin verdiği kararlar ise reddedilir!” Mustafa Kemal, Bediüzzaman’ı doğu vilayetlerinin maaşlı vaizi olarak atamak istemişse de Bediüzzaman, bu teklifi reddeder.
Abdulkadir Geylani (rh.a), talebelerine daima şu nasihatte bulunuyordu: “Sultanların kapılarından uzak durun. Onlardan yana bir beklenti içerisinde olmayın. Eğer ilmin meyvesi ve bereketi sende varsa sultanların yanında dolaşmazsın. Âlimin, biri sultanların yanına giden biri de haktan yana olan iki ayağı yoktur.”
Yine bir konuşmasında şöyle demiştir: “Sultanlar insanların gözünde tanrılaştılar. Dünyanın zorbalarına, firavunlarına, krallarına ve zenginlere saygı gösterip Allah’ı unutursan puta tapanlar gibi olursun!” Abdulkadir Geylani (rh.a) kralların her dediğini yapan, doğru veya yanlış diye araştırmayıp kralların her dediğini uygulayan valilerine de şu nasihatte bulunmuştur: “Hakka hizmet et! Faydası dokunmayan ama zararı olan bu kralların ve sultanların dediğini hakkın üstünde tutma!”
Halife Muktefi, Yahya b. Said’i Bağdat’a vali olarak atar. Fakat bu kişi, birçok zulüm ve haksızlıkta bulunur. Kimse buna söz söyleme veya onu şikâyet etme cesareti göstermez. Bir gün namazda halifeyi gören Abdulkadir Geylani, halifeye şu konuşmayı yapar: “Müslümanların başına çok zalim birini tayin ettin. Yarın Allah’ın huzuruna nasıl çıkacaksın, Allah’a ne cevap vereceksin?” Bunun üzerine halife bu kişiyi görevden alır.
Abdulkadir Geylani (rh.a) sadece halka ve krallara karşı konuşmalarda bulunmamış, krallara yaranmaya çalışan âlimlere de nasihat etmiştir. O, şöyle demiştir: “Ey Allah’ın düşmanları, Ey Resulullah’ın düşmanları! Ey Allah’ın kullarıyla alakayı kesip zulme ortak olanlar, ikiyüzlülük yapanlar! Nereye kadar sürecek bu? Ey âlimler, ey zahitler! Krallara ve sultanlara karşı münafıkça tavrınız sırf dünyanın nimetlerini ve zevklerini almak için mi? Sizler ve kralların çoğu Allahın verdiği malı kullanmada ve Allahın kullarına karşı davranmada hainlik yapıyor, haksızlık ediyorsunuz. Allahım zalimlerin gücünü kır! Yeryüzünü bunlardan temizle ya da bunları ıslah eyle! Âmin!”
Şeyh İbn-i Teymiye Şam’da ikamet ederken Tatar komutanı Mahmud Gazan’ın ordusu burayı işgale gelir. Nitekim Şam ordusu dağılır ve şehrin yöneticileri kaçar. İbni Teymiye ve bazı kimseler ise şehirde kalır. İbni Teymiye, Gazan adlı komutanın huzuruna çıkar ve ona şöyle der: “Sen de kendine müslüman mı diyorsun? Yanına kadıları, imamları, şeyhleri ve müezzinleri de almışsın. Peki, bizim buraları hangi cüretle işgale geldin? Hâlbuki senin baban ve deden kâfir olmalarına rağmen verdikleri sözde durdular ve burayı işgal etmediler. Sen ise verdiğin sözde de durmadın, ahdini de bozdun.”
Mahmud Gazan sofra hazırlar ve İbni Teymiye’yi davet eder. İbni Teymiye: “Ben nasıl bu yemeği yerim. Bu yemekteki tüm malzemeler yağmaladığınız mallardır.”
Ebu Cafer El-Mansur, Ebu Hanife’yi Kadı (Müfti-Hâkim) olarak atar. Ebu Hanife ise bunu reddedince Mansur: “Vallahi bu vazifeyi yerine getireceksin” diye yemin etti. Ebu Hanife de: “Vallahi bu görevi yerine getirmeyeceğim” diye yemin etti. Bunun üzerine orada bulunan Rebi’ b. Yunus, Ebu Hanife’ye şöyle dedi: “Bak ne yaptın! Halifeye yemin ettirdin!” Ebu Hanife: “O, yemin kefareti ödeme hususunda benden daha çok imkâna sahiptir” diye cevap verdi. Sonra şöyle devam etti: “Vallahi ben bu iş için uygun biri değilim. Senin yanında bu işi yapacak benden daha kabiliyetli kimseler var.” Bunun üzerine Mansur: “Yalan söylüyorsun! Sen bu işi daha iyi yaparsın” dedi. Ebu Hanife: “Benim yalancı olduğumu sen söyledin. Öyleyse yalancı birini nasıl olur da kadı olarak atarsın!”
Said b. Müseyyeb, Abdulmelik b. Mervan’ın valisi Hişam b. İsmail’e beyat etmemiş ve bundan dolayı halkın gözü önünde işkence görmüştür. Yine de beyat etmemiştir.
İzz b. Abdusselam (rh.a) devletin kadısı olarak görev almış. Fakat bir müddet sonra devlet yetkilileri fetva konusunda problemler yaşayınca ya onların dediği gibi davranmak ya da görevi terk etmek arasında kalmıştır. İzz b. Abdusselam tüm eşyalarını toplamış ve şehri terk etmiştir.
Seyyid Kutup Fi Zilal-il Kur’an adlı tefsirinde Bakara Suresi 44. Ayeti şöyle tefsir eder:
“Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?”
Bu ayet, her ne kadar en başta yahudilerin sergiledikleri sosyal bir olaya dönük ise de, insan psikolojisinin ve özellikle din adamlarının önemli ve sürekli bir eğilimini açığa vurması bakımından sırf belirli bir millete ya da bir milletin belirli bir kuşağına özgü bir kınama sayılamaz.
Dinin coşkun ve sürükleyici bir inanç sistemi olma niteliğini yitirerek bir meslek, bir sanat olmaya yüz tuttuğu durumlarda din adamlarının başına gelen en önemli musibet şudur: Bu adamlar kalplerinin inanmadığı sözleri dilleri ile söylerler… İyiliği başkalarına emrederler, fakat bunu kendileri yapmazlar… Başkalarını iyilik yapmaya çağırırlar, ama kendi davranışlarında sözlerinin izine rastlanmaz… İlâhî kitabın sözlerini değiştirirler, dinin kesin naslarını çeşitli amaçlar ve ihtiraslar doğrultusunda yorumlarlar… Tıpkı Yahudi hahamlarının yapa geldikleri gibi servet ve mevki sahiplerinin amaç ve ihtiraslarına destek sağlamak, onlara haklılık kazandırmak için görünüşte dinî naslar ile bağdaştırdıkları ama gerçek dinin özüne taban tabana zıt düşen fetvalar ve yorumlar üretirler.
Kaynaklar
1.El-Ğunye, Abdulkadir Geylani
2.Hud Suresi 113
3.Fethu’r Rabbani
4.Vefeyatu’l A’yan
5.Vefeyatu’l A’yan
6.Tabakatu’ş Şafiiyeti’l Kubra

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?