Müslüman toplumları yönlendirenler, onlara Kur’ân ve sünnetin hakikatlerini iletenler hep âlimler olmuştur. Onların yaşantılarıyla çevrelerinde bulunan insanlara üsve-i hasane olması, taşıdıkları ilmin kendilerinden istediği bir davranıştır. Allah (c.c), “Ancak âlim kullar Allah’tan korkarlar” (Fatır, 28) buyurmaktadır. Âlimlerin yaşantılarında bu korkunun belirtilerini gören Müslüman halklar, Allah’a itaat ve samimi bağlılıkla yetişen kimseler olacaklardır.
Kur’ân, “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer, 9) derken âlimlerin üstünlüğüne dikkat çeker. Toplumda rağbet edilmesi gerekenler, bu ayette açık şekilde izah edildiği üzere ulemadır. İlim sıfatı ulemayı üstün kılar. Bunun yanı sıra onlar, dini en yüksek mertebede temsil eden kimselerdir. Dini anlamak ve hayatına yansıtmak isteyenler onların oturup kalktığı ortamlara katılmaya gayret gösterirler. Bu vesileyle nefsin arzularına hitap eden ortamlardan uzaklaşıp Allah’ın razı olacağı mekanlara yönelirler. Böylece alimler nefse uymuş bir toplumun da kurtuluşu için hidayete götüren rehberler olurlar.
Bilginin, bilmenin ve anlamanın insanlar üzerinde tesiri çağlar boyunca etkisini sürdürmüştür. Müslümanlar, âlimlerin çevresinde halkalar oluşturmuşlar, onların ilim deryasından yararlanmışlar, mesele ve müşkülatlarını onlara arz etmişler ve İslam’ın gösterdiği çözüm yollarına da yine onların vasıtasıyla ulaşmışlardır. Her nerede olursa olsun halkla iç içe yaşayan ulema, topluma lider ve güzel örnek olma ameliyesini gerçekleştirmiştir. Kitaplardan elde ettikleri ilmi, toplumlara ulaştırmakta köprü vazifesi görmüşleredir. Nefsin tembellik, tamahkârlık ve menfaat eksenli düşünmesi gibi tehlikelerinden uzak durarak, sadece Allah rızasını ve İslam’ın yücelmesi maksadıyla insanları etraflarında toplamışlardır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) âlimleri, peygamberlerin varisleri olarak tanımlıyor. O yüzden Peygamberin bıraktığı Nebevî bir hayatı insanlara tanıtacak olanlar âlimlerdir. Yine Nebevî bir hakikatte âlim ve idarecilerin bozulmasının toplumun bozulması, onların muslih/ıslah edici kimseler olmasının da toplumun ıslah olması anlamına geldiği belirtilmektedir.
Hz. Peygamberin dizi dibinde yetişen sahabe nesli öğrendiklerini sonraki toplumlara aktararak İslam’ı geniş kitlelere ulaştırmışlardır.
Hz. Aişe (r.a)’nin yanında yüzlerce talebe yetişmiş ve bunlar sayesinde İslam geniş kitlelere yayılmıştır. Hz. Peygamberin önde gelen âlim sahabelerinden Abdullah b. Mesud, Irak bölgesinin fethinden sonra buraya yerleşerek insanlara Kur’ân’ı ve fıkhı öğretmişti. Bulunduğu ortamda, yolda karşılaştığı Müslümanlara “Sen Kur’ân’ı biliyor musun?” diye sorarak bilmeyenlere Kur’ân öğretiyordu. Aynı şekilde Suriye topraklarına yerleşen sahabeler de insanlara Kur’ân’ı öğretme işine yöneldiler. Bu topraklar fethedildikten sonra Şam, Humus ve Filistin’e yerleşen sahabe nesli insanları Kur’ân eğitiminden geçirmekte geç kalmadılar. Şam’a yerleşen Ebu Derda, Humus’a yerleşen Muaz b. Cebel ve Filistin’e de yerleşen Ubade b. Samit idi. Sahabenin seçkinleri ve âlimleri olan bu insanlar, on binlerce talebe yetiştirdiler. Ebu Derda, Şam mescidinde sabah namazından sonra oturur, talebelerine Kur’ân’ı öğrettirdi.
Bir defasında talebelerini saymış ve onların bin altı yüz kişiden oluştuğunu görmüştü.
Talebelerini onar kişilik gruplara ayırıyor, her grubun başına Kur’ân’ı iyi bilen birini tayin ediyor ve kendisi de gruplar arasında dolaşıp onları kontrol ediyordu. Kur’ân’ı iyi bilenlerle bizzat kendisi ilgileniyordu. Bu silsile tabiin döneminde de devam etti. Onlar da tebe-i tabiin gibi önemli âlim bir neslin zuhur etmesinde önemli rol oynadılar. Bu şekilde Resûlullah (s.a.s.)’ın zamanından itibaren İslam’ın bütün nesilleri, ilimle yoğrulmuş bir hayatla iç içe oldular. Bu nedenledir ki Müslüman toplumlarda ilmin bulunmadığı ve âlimlerin etkin olmadığı bir çağa rastlanılmamıştır. Halk, manevi gıdasını ilim merkezleri olan medreselerden elde etmiş, âlimlerin sohbet halkalarına katılarak kalbin ve ruhun gıdasını buradan temin etmiş ve neticede manen güçlü toplumlar ortaya çıkmıştır.
Tanımlamaya çalıştığımız ulema, toplumla içiçe yaşayan, cenaze, düğün, sünnet gibi İslam’a muhalif olmayan kutlamalara iştirak eden ulemadır. Toplumların Allah’ın şeriatından uzaklaştığı zamanlarda irşat ve ıslah maksadıyla toplumun her tabakasına ulaşmaya çalışan âlimler, üzerlerinde taşıdıkları ilim sıfatının hakkını vermek için hep hareket halinde olmuşlardır. Bundan da sadece Allah’tan ecir bekleme içinde olmuşlar, dünyanın geçici süslerine iltifat etmemişlerdir.
Allah’ın ayetlerini ucuz bir menfaat karşılığında satmaya kalkışan âlim tipli insanlar ise ilimden bir nebze olsun nasiplenememiş olanlardır. Siyasilerin istediği fetvayı veren âlim tipli kimseler ise cahil sıfatından başka bir isimle isimlendirilemezler. Halkın bu gibi kimselerden yüz çevirmesinden başka bir yol yoktur. Onların içleri dışlarına çevrildiğinde yılan, çiyan ve maymundan başka bir varlığın ortaya çıkmadığı görülecektir.
Âlimleri olmayan bir toplum, karanlıkta yürüyen, ışıksız ve rehbersiz bir toplum olmaya mahkumdur. Yollarını aydınlatması için ya âlimleri memleketlerine davet edecekler ya da âlimlerin bulunduğu yerlere hicrette bulunacaklardır. İmam Hasan el-Benna Müslüman Kardeşeler hareketini kurduğu sırada âlimleri ihmal etmemiş, onları yaptığı ziyaretlerle harekete geçirmeye çalışmış, İslam uğruna çalışmaları gerektiğine dair ısrarlı bir çaba içinde olmuş ve neticede onları ikna etmiştir.
O dönemde Hasan el-Benna bir gençtir ve kendisinden yaşça büyük olan âlimleri ikna etmede üstün bir başarı elde etmiş ve toplum nezdinde değeri bulunan âlimlerin İslam’a hizmet kervanında yer almasını temin etmiştir.
Hint alt kıtasında yaşayan Müslümanlar da içlerinden büyük alimler çıkarmışlar ve İngilizlerin zorla benimsetmeye çalıştığı laik düzenin kendilerine zarar verememesini bu yolla sağlamaya çalışmışlardır. Zamanla Hint uleması çoğalmış ve İslam’a hizmet yolunda fedakarlıktan asla geri kalmamış, çevre bölgelere de İslam davetçileri göndererek İslam’ın yayılmasını temin etmişlerdir. Bu şekilde Pakistan, Afganistan ve Bangladeş’te İslam’ın topluma ulaştırılmasında büyük fedakarlıklar göstermişlerdir. Bugün Bangladeş’te idama mahkum edilen Müslüman liderler, Hint ulemasının elinde yetişmiş davetçi şahsiyetlerden başkaları değildir.
Türkiye’deki ulema da İslam’ın diğer coğrafyalarında olduğu gibi dayatılan laik düzene karşı harekete geçmiş, Mustafa Sabri soluğu Mısır’da almış, Şeyh Said hayatı şehadetle sonuçlandırmış, Said Nursi ise bütün bir hayatı evsiz, barksız ve çocuksuz yaşayarak İslami mücadeleye adamıştır.
Gelinen son noktada Türkiye uleması zamanla kabuğuna çekilmiş ve üzerine düşen vazifeyi yerine getirmede zayıf kalmıştır. Halbuki topluma öncülük eden âlimler bu öncülüklerini tarihin her safhasında göstermişler ve Müslüman kitleleri peşlerinden sürüklemişlerdir. Her ne kadar alim yetiştiren medreseler/üniversiteler kapanmışsa da köylere çekilen alimler, İslami ilimleri, kendi mütevazi çabalarıyla oluşturdukları mekanlarda genç nesillere öğretme ameliyesini gerçekleştirirlerken toplumun devasa sorunlarına tam manasıyla el atmadıklarından tesirlerini zamanla kaybetmeye başlamışlar, zaman zaman günlük fıkhî sorunların şeriatın penceresinden çözümlenmesi için başvurulan merciler olmaktan öteye gidememişlerdir.
O halde eski şan ve şerefle dolu günlerinde olduğu gibi ulemayı tekrar harekete geçirmenin yolu, onların elde ettikleri ilimlerinin kendilerini İslam yolunda tam bir fedakarlığa davet ettiğini, önlerinde sahabe, tabiin ve tebe-i tabinin örnekleri bulunduğunu, son yüzyılda Hasan el-Benna, Şeyh Said, Said Nursi ve Ebu’l-A’la el-Mevdudi gibi şahsiyetlerin, ilmin yanı sıra aksiyon ve mücadele dolu örneklerin olduğunu hatırlatmak, onların geride bıraktığı mücadele kültür ve mirasından beslenmelerini temin etmek önümüzde kaçınılmaz bir vazife olarak durmaktadır. Aksi halde ulema, sadece kitap ve medreseleriyle baş başa kalmış olacak, günlük fıkhî problemlerin dile getirildiği bir merci olmaktan başka bir iş yapamayacaktır. Bugün yakılan ve yıkılan İslam coğrafyasının kurtuluş yolunun topluma öncülük edip bütün bir İslam coğrafyasını ilim ve aksiyonuyla ayağa kaldıracak tek mercîin de yine âlimler olduğunu halihazırdaki ulemaya kabul ettirmek aynı şekilde bir zorunluluktur. Sadece kitap ve medreseler arasında sıkışmanın topluma ciddi bir yansımasının olamayacağını âlimlerimize kabul ettirmek yine önemli bir vazife olarak önümüzde durmaktadır. Bu manada cami, dernek, vakıf ve sair kurumlar üzerinden, düğün-sünnet-taziye gibi dini merasimler vasıtasıyla, meydanları da kullanarak Müslüman toplumun bütün kitlelerine Allah’ın ayetlerini haykırmanın farziyetini yerine getirmek için yarını beklemek geç olabilir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?