Başörtüsü sorunu, Türkiye’de seçkinci bir grup tarafından yıllardan beridir ötekileştirilen İslamcı-muhafazakâr-dindar kesimin kamusal alandaki faaliyetlerini daraltmak için 12 Eylül 1980 darbesi ile beraber yeni bir döneme girmiştir. Rejim fanatiklerinin jakoben yaklaşımı bu dönemde de devam etmiştir. Darbeden sonra çıkarılmış olan Kamuda Kılık Kıyafet Yönetmeliği ile bu yasağın somut adımı atılmıştır.

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir (Ahzab, 33/59).” Tesettür, ayetlerle her mümin kadına farz kılınmıştır. Bununla ilgili ayeti kerimeler açıktır. Müslüman bir kadın örtünmediği zaman bu açık hükme aykırı hareket etmiş olduğu için günah işlemiş olur. Ayrıca Nur suresi 31. ayette de kadının örtünmesi açık bir şekilde emredilmiştir.
Bu Sorun Neden Ortaya Çıktı? Sistem bu problemi sürekli olarak “Siyasal İslâm”ın Yükselişi çerçevesinde değerlendirmiştir. Bu yasak aslında yıllardan beridir ötekileştirilmiş, geri bırakılmış muhafazakâr Anadolu insanının merkezîleşme sürecine girmesi ile ilişkilidir. Kırsaldan şehirlere, taşradan merkeze yönelen Anadolu insanı, memlekete bir ur gibi yıllardan beridir çöreklenmiş olan ve sürekli merkezi işgal eden bazı gizli örgütlenmeleri rahatsız etmiştir. Oluşan çatışmada Atatürkçülük, laiklik, çağdaşlık gibi kavramlar, bir grup azınlık halindeki statükocunun; “gerici, yobaz, örümcek kafalı, şeriatçı” gibi kavramlar da merkezin imkânlarından faydalanmaya çalışan bu yeni insan tipinin vasıfları olarak düşünülmüştür. Merkezdeki güçlerini başkasıyla paylaşmak istemeyen bu elit kesimler, kendilerince mümkün mertebe sağ-sol olaylarına bulaşmamış, farklı bir kulvarda seyreden, sağcılaşmayan, ama sağlam bir şekilde omurgalı Müslüman kimliğini koruyan ve korurken de yeni bir siyasal model önerme noktasına gelen merkezin bu yeni misafirlerini sağcı-muhafazakâr-dindar-şeriatçı etiketleriyle adeta bir suçlu imiş gibi gösterme yoluna gitmişlerdir. Statükonun bilinçli olarak Müslüman kadını kamusal alandan mahrum bırakması, birçok sebeple izah edilebilir: Müslüman kadının kamusal alanda fazlaca belirgin olması, istenmeyen olayların yaşatılmak istenmesi, ülkenin karıştırılması, ayrıştırılması gibi sebepler zikredilebilir. Müslüman kadın şehirde görünür ve fark edilir noktaya
geldiğinde ya da bunun sinyallerini vermeye başladığında rejim, doğal refleksini göstererek çeşitli yasaklamalara başvurmuştur (Saka; Altınöz, 2011: 6). Bu yasağa karşı yapılan mücadeleler, sürekli meşru bir çizgide seyretmiştir. Bunda mücadeleyi yürüten kesimin milliyetçi-muhafazakâr bir damarı etkili olmuştur. Türkiye’de başörtüsünün siyasal bir figüre dönüştürülmesi, laik/Kemalist kesim tarafından bilinçli olarak yapılmıştır. Bu kesimler, yaptıkları bu kurnazlıkla kendi karşı mücadelelerine sağlam bir zemin edinmeye çalışmışlardır. Ama başaramamışlardır. Sonradan İlker Başbuğ gibi kişilerin yaptığı günah çıkarma seanslarındaki pişmanlık ifadeleri bunu göstermiştir (NTV Haber, 2014). Başörtüsü Yasağının Kısa Tarihçesi Sistem 1951 yılında din adamı ihtiyacını gidermek için İmam Hatipleri açmıştır. Bu okullar, kız çocuklarının da bu tür okullarda eğitim görmesi tartışmasını getirmiştir. Türkiye’de üniversitelerde başörtüsü yasağı serüveninde 1964 yılı önemlidir (Saka, Altınöz, 2011: 6). Bu mücadelede 1966 yılına Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine başörtülü olarak alınmayan bir öğrenci damgasını vurmuştur. 1967’de başka bir öğrenci aynı fakültede başını açmadığı için üniversiteden atılmıştır. 1972 yılında öğretmenlere başlarının açık olacağı hususunda sınırlama getirilmiştir. 1970-80’li yıllar başörtüsü hususunda eylemlerle, mitinglerle geçmiştir. 1973 yılında bir avukat başörtülü olduğu gerekçesiyle Ankara Barosundan Başkan Yekta Güngör Özden imzasıyla ihraç edilmiştir. 1977-78 eğitim yılında Sakarya Kız İmam Hatip lisesinde 215 kız öğrenciye başlarını açmadıkları gerekçesiyle disiplin cezası verilmiştir. 1978 yılında ilk defa CHP’li Çalışma Bakanlığı başörtüsüyle çalışmayı yasaklamıştır. Aynı yıl çıkarılan bir genelgeyle bu yasak, tüm kamu kurumlarında uygulanmaya başlanmıştır. 1979’da başörtülü öğrenciler yanında sakallı öğrencilere de bazı cezalar uygulanmaya başlanmıştır. Başörtüsü sorunu, Türkiye’de seçkinci bir grup tarafından yıllardan beridir ötekileştirilen İslamcı-muhafazakâr-dindar kesimin kamusal alandaki faaliyetlerini daraltmak için 12 Eylül 1980 darbesi ile beraber yeni bir döneme girmiştir. Rejim fanatiklerinin jakoben yaklaşımı bu dönemde de devam etmiştir. Darbeden sonra çıkarılmış olan Kamuda Kılık Kıyafet Yönetmeliği ile bu yasağın somut adımı atılmıştır. 1982’de YÖK bir genelgeyle başörtüsü yasağını getirmiş, 1984 yılında bu yasağı yine bir genelgeyle kaldırmıştır. 1987’de yasağı tekrar yeni bir genelgeyle uygulamaya çalışmıştır. Yasağın kaldırılmasına yönelik Meclis tarafından birinci hamle 1987’de yapılmıştır. 198788’de Turgut Özal hükümetleri yasağı kaldırmış, ancak Evren’in AYM’ye müracaatıyla bu yasalar iptal edilmiştir. 1990 yılındaki ikinci hamle ile yapılan değişiklik, SHP’nin AYM’ye gitmesiyle iptal edilmiştir. 1993 yılında yasağın kalkması için AİHM’e yapılan başvurular, yasağın kalması yönünde kararla sonuçlanmıştır. Ancak öğrenciler, üniversitelerde defakto bir durum oluşturmuş, tesettürlü bir şekilde derslere girebilmiştir. 28 Şubat 1997’de post-modern olarak değerlendirilen bir askerî darbe gerçekleştirilmiştir. Bu yeni süreçle beraber başörtüsü yasağı, yeni bir kulvara girmiştir. Bu yasağın merkezinde artık devletin diğer kurumları değil, özellikle üniversiteler olmuştur. Buna göre 1997 yılı 15 Eylülünde YÖK, yayımladığı bir genelgeyle tüm üniversitelerde başörtüsünü yasaklamıştır.
Yasağı uygulamayan rektörlere cezalar verilmiştir. 1990’lı yılların başörtüsü eylemleri 1997-98 eğitim yılı güz döneminde yoğunlaşmıştır. İnanca Saygı Düşünceye Özgürlük İçin El Ele (Ekim 1998) eylemi, en fazla ses getiren eylem olmuştur. Bu yıllarda birçok öğrenci başörtüsü taktıkları, eylemlere katıldıkları gerekçesiyle disiplin cezası almış, okullarından ihraç edilmiş ya da mahkemelik olmuştur. Bu dönemde yasağı dayatanlara en büyük desteği verenler arasında F.Gülen yer almaktadır. 28 Şubattan sonra katıldığı bir TV programında askerin doğal/normal ve yapması gereken bir işi yaptığını beyan etme küstahlığını göstermiş ve o dönemin önde gelen İslamcı yazarları tarafından eleştirilmiştir. Bunun yanında Ertuğrul Özkök’e verdiği röportajda “Başörtüsü teferruattır” deme densizliğini göstermiştir. Merve Kavakçı 18 Nisan 1999 tarihinde başörtülü milletvekili olarak seçilmiş, meclise girmiştir. Meclise ilk girişi sırasında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve DSP milletvekilleri tarafından saygısız bir şekilde karşılanmış, masalara vurulmuş, “haddi bildirilmeye(!)” çalışılmıştır. Aynı dönemde MHP’den seçilen başörtülü vekil başını açmıştır. Başörtüsünü kamusal alanlarda takmak, devlete, kamu düzenine meydan okumak olarak değerlendirilmiştir. 2001 ÖSS Kılavuzu ile YÖK, akıllara zarar bir genelgeye daha imza atmıştır. Buna göre artık, öğrencilerin başörtülü bir şekilde ÖSYM sınavlarına girmeleri yasaklanmıştır. Bu sapkınlık 2002 yılında Hayrunnisa Gül, üniversiteye kayıt yaptıramamasıyla ilgili hak mahrumiyetini AİHM’e taşımıştır. Bu süreçte eşi Abdullah Gül, dışişleri bakanı olması hasebiyle davayı geri çekmiştir. 2008 yılında başörtüsü ile ilgili dayanak teşkil eden maddelerin değiştirilmesiyle ilgili olarak AK Parti ve MHP’nin ortak çabasıyla 411 oyla yasağın kaldırılması kararlaştırılmıştır. Bu durum “411 El Kaosa Kalktı” manşetiyle gazete köşelerinde yer almıştır. Ancak CHP ve DSP’nin Anayasa Mahkemesine müracaatı neticesinde AYM tarafından 5 Haziran 2008’de yapılan değişiklik iptal edilmiş ve yürürlüğü durdurulmuştur.
YÖK Ekim 2010’da İstanbul Üniversitesine gönderdiği genelge ile disiplin yönetmeliğine uymayan öğrencinin dersten atılmayacağını, sadece tutanak tutulacağını belirtmiştir. Ayrıca başka bir genelgeyle sınavlarda “başı açık olacak” hükmünü kaldırmıştır. Bugün başörtüsüyle ilgili mevcut durum, aslında yasal olarak hâlâ en başındaki ve 1982 Anayasasındaki gibidir. Yasal olarak henüz yasağın kaldırılması yönünde kanuni bir düzenleme yapılmamıştır. Lakin şimdi yasağı Memursen, sendikal bir faaliyet adı altında fiili olarak delmiştir. Sendikaya bağlı üyeler, Mart 2013’ten itibaren Kılık Kıyafette Sivil İtaatsizlik eylemini başlatmış ve yasak şimdi hala devam etmektedir. Şu anda devlete ait hemen hemen tüm kurumlarda başörtüsü takmak, hizmet alanlar ve hizmet verenler ayrımı yapılmadan serbesttir. Fiili durum budur.

Sonuç

Örtünmek Allah’ın emridir. Bir Müslüman, beşeri bir sistemin dayatmalarını Allah’ın hükümlerinin üstünde tutmaz, tutamaz. Müslüman, yaşadığı coğrafyada İslam’ı yaşamasına engel olan hususları, düşünceleri, tabuları, tağutları etkisizleştirmek için en makul ve en güzel şekilde mücadele etmeye devam eder. Bu mücadelesini yaparken öncelikle Müslüman ferdin, ailenin, toplumun yetişmesini, rol model olmasını sağlamak gerekir. Türkiye’de kendi yaşam biçimlerine sürekli müdahale edileceğini düşünen ve kendini laik, çağdaş, Atatürkçü olarak tanımlayan bir kesim vardır. Bu kesim, Müslümanlarla geleneksel olarak bir arada yaşamaktadır. Ama kendince Müslüman öğretiye karşı bir duvar örmüştür. Bu duvar, onun karşısındakinin problemlerini anlamasının ve empati kurmasının önünde engeldir. Müslüman bu engelleri de ortadan kaldırmak için cehd etmelidir. 16 Nisan Referandumunda sistem değişikliğinin yüzde elli birlik bir oy oranıyla kabul edilmiş olması, başörtüsü yasağının yasal düzlemde de kaldırılması için bir fırsat olarak görülmelidir. Sürekli ülkenin gündemini gereksiz yere meşgul eden bu problemin artık tamamen çözülmesinin zamanı gelmiştir. Laiklik vurgusu, bu yasağın en önemli dayanak noktasıdır. Gerekirse laiklik anayasada detaylı bir şekilde yeniden tanımlanmalıdır. Yasada yer alan bu kavramın sivil alanda belli mihraklar tarafından yorumlanarak tedavüle sokulması, Türkiye’de sorun teşkil etmektedir. Müslümanın bu yasağın kaldırılması için mücadelesi, kesintisiz olarak devam edecektir. İnançlarından dolayı hayatlarına müdahale edilen, dışlanan ve ötekileştirilen Müslümanlar, asla kendi insani ve ahlaki haklarını elde etmek için verdikleri mücadeleden yılmayacaklardır. Bu böyle bilinsin. Bu yasak ne insanî, ne ahlakî, ne vicdanîdir. Bu yasak zulümdür, dayatmadır ve Allah’a isyandır. Yazımızı 1998’lerdeki başörtüsü eylemlerinin en fiyakalı sloganıyla bitireLİM.

Direniş var! Yılgınlık yok!

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?