Davet ve Kardeşlik Vakfı’na böyle önemli bir konuyla ilgili panel yaptığı, bu konuyu gündeme getirdiği için teşekkür ediyorum. Bizleri de davet ettiği için ayrıca teşekkür ediyorum.

Ailenin dönüşümünde, değiştirilmesinde son dönemde birtakım önemli kararlar ve hukuki düzenlemeler yapıldı. Bizler bu hukuki düzenlemelerin eleştirel bir değerlendirmesini yapacağız. Bunlar hukuki bir düzenleme olarak kalmamakta, bir politikaya da çevrilmiş durumdadır. Bu anlamda modernleşme, sekülerleşme dediğimiz bu sürecin daha mikro daha somut örneğini sizlerle paylaşacağız. Sözleşmelerin temel varsayımlarının bizim duygu, düşünce ve değer dünyamıza aykırı olabilecek birtakım kavramsallaştırmaları var ve bunların arka planlarına ineceğiz. Birtakım hukuki düzenlemelerden çeşitli örnekler vermek istiyorum.

Avrupa Konseyi tarafından İstanbul Sözleşmesi diye bir sözleşme yapıldı. 2011 yılında İstanbul’da bu sözleşme imzalandığı için İstanbul Sözleşmesi olarak zikredilmektedir. Tam adı; ‘Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. Ülke olarak bu sözleşmeyi “ilk” biz imzaladık daha sonra diğer Avrupa Konseyi ülkeleri imzalamıştır.  Biz bu sözleşmenin temel varsayımlarını, çerçevesini kabul ederek 2012’de 6284 sayılı aile kanunu ve kadınların şiddetten korunması çerçevesinde kanunlaştırdık ve 2014’ten beri de bu kanun uygulanmaktadır. Uygulanmasını kontrol eden ayrıca bir uzmanlar grubu da oluşturulmuş durumdadır.

Bu, ‘Son Kale Aile’ başlığımıza gayet uyan bir şeydir. Aileyi gerçekten cepheden tehdit edebilecek birtakım temel kavramsallaştırmalar var. Bizim duygu, düşünce ve değer dünyamıza aykırı olabilecek böyle önemli bir konunun çok geniş müzakereyle, toplumun değerlerini temsil eden kişilerle, uzmanlarla istişare edilerek yapılması gerekir. Ailenin bakışını belirleyen temel çerçeve, Avrupa Konseyi’nin emrivakisi ile İstanbul’da imzalandı ve biz de bunu uygulamaktayız. Bunun yanı sıra yasal statüde çok kuvvetli bir yerdedir İstanbul Sözleşmesi. Uluslararası bir anlaşma olduğu için kanun hükmündedir. Bizim mevcut kanunlarımızda bu sözleşmeye aykırı bir durum söz konusu olursa İstanbul Sözleşmesi daha üst bir çerçeve olarak ele alınır. Bizim kanunlarımızın bu yönde değiştirilmesi konusunda düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla bağlayıcılığı daha fazla. Peki, uzun adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan bu İstanbul Sözleşmesi neyden bahsediyor?

Burada bir şekilde farkında olmamız gereken 4 tane temel nokta bulunmaktadır. Benim kanaatim, bunlar aileyi ciddi manada tehdit edebilecek kavramsallaştırmalardır ve bunların sonucunda oluşacak politikalardır.

1-Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı

2-Cinsel yönelim

3-Aile içi şiddet, kadına yönelik şiddetin tüm kaynaklarının gelenek, görenek ve dinden geldiği iddiası

4-Aile ile ilgili aşırı bir bireyselleştirme ve özellikle haklara vurgu, sorumluluklara ve karşılıklı olarak görüş ve tavsiye bildirmeye yönelik vurguların az olması

Bahsetmiş olduğum bu 4 temel çerçeve içerisinde yasal düzenlemelerden bahsedeceğim. Hali hazırda geçerli kamu kurum ve kuruluşların bu çerçevede politikalar geliştirmesini beklemekteyiz.

1-Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Kavramı

Sözleşme, toplumsal cinsiyet kavramının ilk defa açıklandığı uluslararası bir sözleşmedir. Buna göre; herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal alanda oluşturulmuş rol ve davranış gibi özellikler toplumsal cinsiyet olarak tanımlanmıştır. Buradan anlamamız gereken; bizim erkeklik ve kadınlık dediğimiz şeyler toplumsal olarak oluşturulmuştur ve bu toplumsal olarak oluşturulan birtakım söylemler, farklılıklar ayrımların değiştirilebileceğini varsayar. Bu değişikliklerle birlikte kadın ve erkeğin mutlak manada eşit olacağı fikri söz konusudur. Dolayısıyla cinsiyeti salt bir toplumsal inşaya indirgeyen bir yaklaşımı görmekteyiz. Bu yaklaşım neyi reddetmektedir? Bizim inancımıza ve değer dünyamıza göre kadınla erkeğin fıtrattan gelen farklılıklarını, değişik düşünce ve duygu biçimlerini reddettiğini görmekteyiz. Yani buna göre toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı ile erkekler toplumda birtakım avantajlı durumlara, statülere sahip olmakta ve kadınların da bu avantajlı durumlara ulaşması gerekmektedir. Bu konuda, araştırmalar göstermektedir ki bir nevi erkekler ve kadınlar rekabet içerisine sokulmak istenmektedir. Yani erkekler öndedir ve kadınlar da onları birtakım düzenlemelerle yakalamalıdırlar ve kendilerini onlarla eşitlemeleri gerekir ama bu konudaki yaklaşımlar ve çalışmalar gösteriyor ki sürekli bir şekilde erkeklerin konumlarını ve statülerini, haklarını ya da kendilerince “ayrıcalıklarının” peşinden giden kadınlar süreç içerisinde erkekleşiyor. Yani kadına özgü merhamet, şefkat vs. gibi özelliklerinin giderek kaybolduğuna şahitlik etmekteyiz. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi biyolojik ve fıtratın getirmiş olduğu farklılıkları tehdit edici bir özellik taşımaktadır.

Peki, toplumsal cinsiyet eşitliğini kabul eden ülkelerde hakikaten sorunlar çözüldü mü? Toplumsal cinsiyet eşitliğini bizden daha önce kabul etmiş olan özellikle Kuzey Avrupa ülkelerine baktığımızda -ki bu kavramsallaştırmalar oralardan geliyor- kadınlara yönelik şiddetin ve tecavüzün en yüksek oranda yaşandığı ülkeler olduğunu görmekteyiz. Danimarka ve Finlandiya gibi ülkelerde giderek kadına yönelik şiddet artmaktadır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitliğinin sadra şifa olmadığını söyleyebiliriz. Ülkemizde de bu yasa uygulanmaya başladıktan sonra şiddetin arttığını görmekteyiz. Bu bile bize kavramsallaştırmanın sorunlu olduğunu gösteren bir durumdur. Toplumsal cinsiyet eşitliği yerine bizim düşünmemiz gereken, adalet merkezli kadınlık ve erkeklik rolleridir. Herkesin ihtiyaçlarına ve durumuna göre bir kavramsallaştırmaya ihtiyacımız vardır çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği, erkeği ve kadını fıtrattan gelen özelliğini farksızlaştıran bir noktaya doğru götürmektedir.

2-Cinsel Yönelim

Cinsel Yönelim, yasada mevcut olan bir kavramdır ve bu kavram açıkça tanımlanmamış olmakla birlikte cinsel yönelime saygı duyulmasını salık vermektedir. Cinsel yönelimin açıkça neyi kastettiği anlaşılmaktadır. Bunda da özellikle kadınlık ve erkeklik dışındaki 3. kategorilerin, 4. kategorilerin (LGBT) yasal bir zemine doğru kaydığını görmekteyiz. Dolayısıyla da yasanın bu anlamda revize edilmeye ihtiyacı vardır. Cinsel yönelim kavramının yeniden düşünülmesi ve kaldırılması gerekmektedir çünkü bu kavramdan güç alarak birtakım LGBT örgütleri de kendilerince birtakım organizasyonlar, örgütlenmeler içerisine girmektedirler. Hatta uzun vadede bu tarz evliliklerin önü de açılabilir. Batıda bu tür yasal dayanaklar üzerinden önü açılmış durumdadır. Sadece bu yasayla da sınırlı kalınmamaktadır. Bu cinsel yönelim kavramının özellikle kamu kurumları taraflarınca proje olarak da uygulandığını görmekteyiz.

2014-2016 yılları arasında MEB tarafından Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi (ETCEP) yapıldı. 10 ilde ve 40 okulda pilot uygulaması yapıldı. ETCEP’in en çarpıcı ifadesi hatta revize edilmesi gereken, dikkat çekilmesi gereken en önemli ifadelerden birisinde denmektedir ki: “Veliler arasında dil, din, kültür, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim gibi noktalarda ayrım yapılamaz.”

 Cinsiyeti anlamaktayız ama cinsel yönelimle ne ifade edildiği yasal olarak da tanımlanmamıştı. Bunun bir toplumsal ve sosyolojik karşılığı da bulunmaktadır. Bu, 3. cinslere işaret eden ve bunlara meşruluk kazandırabilecek ifadelerdir hatta cinsiyetsizliği çağrıştırabilecek ifadeler olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla da bu tür kavramsallaştırmalara karşı her daim uyanık olmak gerektiğini düşünüyorum.

3- Aile içi şiddet, kadına yönelik şiddetin tüm kaynaklarının gelenek, görenek ve dinden geldiği iddiası

Mesela sözleşmenin 12. Maddesinin 1. Metninde deniliyor ki;

“Kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünden kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirler alınacaktır.”

Yani birçok sorunun gelenekten, görenekten, dinden kaynaklandığı ve dolayısıyla bunların bir hukuk metninde olması gereken bir yaklaşımla kökten kazınması gerektiği ile ilgili birtakım böyle açık ya da gizli varsayımların olduğunu görmekteyiz. Biliyoruz ki aileyi iyileştirici, sağlamlaştırıcı birçok norm, pratik ve kural dinden, gelenek ve göreneklerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bunlar denilenin tam tersine aileyi mümkün kılan ve aileyi diri tutan şeylerdir. Bu tür birtakım kestirme ifadelerin -ki bunlar büyük ölçüde feminist literatürden beslenen ifadelerin yasaya girmiş hâlidir- bir şekilde revize edilmesi gerekmektedir.

Aslında araştırmalar göstermektedir ki kadınların ve ailenin yaşamış olduğu sorunlar ilk olarak vahşi kapitalizmle birlikte başlamıştır: Kadınların uzun çalışma saatleri, fiziksel olarak onlara uygun olmayan çalışmalar, evle iş yerinin ayrılmaması, yani çalıştıkları yerde gece gündüz çalışmaları, uzun çalışma saatleri… Feminist hareketlerle alakalı tarihe biraz bakılsa kadınlarla ilgili ayrımcılığın, daha çok modern kapitalizmin getirmiş olduğu sorunlar olduğu açıkça görülür. Sözleşmedeki bu tür ifadelerin sorunlu olduğunu ifade etmekte fayda vardır.

4-Bireyselliğe Aşırı Vurgu

Sürekli bir şekilde hakların nasıl elde edileceği, haklar alanının nasıl genişletileceği ile ilgili ifadeleri görmekteyiz. Hepsi için çeşitli örnekler verilebilir fakat bunlar zaman alacak ifadelerdir. Burada ne eksik bırakılıyor? Burada hakların yanında sorumlulukları ve karşılıklı bir şekilde eşlerin birbirlerine iyiyi ve hakkı tavsiye etmelerini yasalar sınırlandırmakta veya yasaklamaktadır. Yasada muğlâk bir şiddet kavramı ortaya atılmaktadır. Mesela sözleşmenin Madde 3, A Bendinde:

Kadına karşı şiddetten”, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık
anlaşılacak ve bu terim ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır”

Şiddeti fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın içerisine her şey girebilir. Zaten Aile Bakanlığı’nın da çalışmalarında bu durum söz konusudur. Mesela eşlerin birbirlerine kılık kıyafet konusunda müdahalesi bile bu yasayla bir şiddet olabilmekte ve hemen kanuni takibatın gerekliliği konusunda bir meşruiyet sağlanmaktadır.  Dolayısıyla ucu açık, esnek, en küçük bir uyarıyı bile şiddete dönüştürebilecek muğlâk ifadelerin olduğunu görmekteyiz. Bu çerçevede de İstanbul Sözleşmesi’nin ve ondan mülhem aile kanununun revize edilmesinde fayda söz konusudur.

En nihayetinde bizim bu toplumun temeli ve kurumu olan aile ile ilgili çok önemli bir yasayı Avrupa Konseyi’nin bağlamında ve Batıda oluşan birtakım söylemler üzerinden kanunlaştırmamız büyük bir sıkıntıdır. Dolayısıyla, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi ya da ilgili maddelerin bizim yasal çerçevemizde ve politikalarımızda bir şekilde değiştirilmesi ve revize edilmesi muhakkak ki şarttır. Toplumun genelini ilgilendiren böyle bir konunun istişareye, müzakereye açılması, aceleye getirilmemesi aksine bu toplumun temel değerleri, duygu ve düşünceleri çerçevesinde oluşturulması gerekmektedir. Bu anlamda neler olabilir diye baktığımızda, birkaç tane yasanın ruhunu oluşturacak önerilerde bulunmak gerekiyor:

1- Cinsiyet farksızlığına sebep olan eşitlik kavramı yerine adalet kavramını özellikle yasa içerisinde vurgulamamız gerekmektedir. Fıtraten farklı olan iki cinsin adalet temelinde tanımlanması ve ilişkilerin bu temelde tamamlanması gerekmektedir.

2- Ailenin korunması ve devamı konusunda İstanbul Sözleşmesi’nde hiçbir maddenin olmadığını görmekteyiz. Yani ailenin ufak bir sorununda hemen yasal tahkikatın başlatılmasını inanılmaz kolaylaştıran bir çerçeve söz konusudur. Dolayısıyla ailenin korunmasının esas olması gerekir. Yasanın ruhunun, ailenin korunması ve devam etmesi, bu noktayı esas görmesi gerekmektedir ve bu konuda da bazı uzlaştırmaların önünü de açması gerekmektedir.  Tabi ki cinsel yönelim diye bir kavramın asla kabul edilemez bir şey olduğunu görmek gerekmektedir ve bunun literatürde ne anlama geldiği gayet iyi bilinmektedir. Aynı zamanda bu yasanın ruhu oluşturulurken bu toplumun değerlerinden, kodlarından, gelenek göreneklerinden ilhamla oluşturulması gerekmektedir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?