Neden Anadolu ve neden köylerden yamalı, çamurlu, saçı başı dağınık çocukları seviyorsun?
Bir hasır üzerine yaşlanmış fukara köylerini neden seviyorsun? Neden oraya bu özlem, hem de rahatlık içinde yaşarken?
Neden mi? Anadolu’ya bakarken insanın en saf hali gelir aklıma, dünde olan, dünden kalan hali. Namusuna ve şerefine tutunarak ve oradan güç alarak her türlü zorluğa rağmen vakarıyla yaşayabilen insan hali.
Genlerimize uygun ceddimizden miras, İslam’ı sanatçı edasıyla hayata işlemiş insanın haliyle, fukaralıkla yoğrulmuş imtihan olunmuş haliyle…
“Kadınlar bilirim ülkeme ait, dağ gibi otururlar evlerinde yaslandın mı çınar gibidir onlar, sardın mı umut gibi.” (Erdem Bayazıt)
Alınlarındaki kırışıklığa müsemma darlık, zorluk, fakirlik ve hatta kıtlık yaşamışlar ve hatta erkeksiz kalmışlar ama arpadan ekmek; ottan yemek; un çuvalından elbise yapıp giydirmişler çocuklarına ve eşlerinin elbisesini elleriyle dikmişler ama şairin dediği gibi dağ gibi oturmuşlar evlerinde. İkinci göbekten dedelerimiz savaşta yiğitçe toprak altında iken ninelerimizin omzunda kurulmuş ve yükselmiştir Anadolu!
Kimi yirmisinde, kimi otuzunda dul kalmış ama ömrünü evlatlarının huzuruna feda etmiş yüreğinin bereketiyle biri bin etmişlerdir. Verdiyse ömründen veren, fedakârlıksa nefsinden veren ki bu hal üzere ölürse Peygamberimize (sav) iki parmak mesafesi kadar yakın olan Anadolu kadını.
Vurgulamak lazım; Anadolu namusuyla, şerefiyle, kadını ve erkeğiyle sınanmış ve yüce vasıflara sahip olduğunu ispat etmiştir. Bir toplum düşünün erkeği vatanı uğruna şehit; kadını geride kalanlara sahip çıkmış vefa timsali, sabırla ve metanetle dağ gibi dimdik, yokluktan varı çıkarıyor ve yuvasını toparlayan Anadolu kadını.
İbrahim Tenekeci anlatıyor: Ailenin tüm erkekleri savaşa gidip şehit oldu ve babam 4 yaşında erkeği olmayan 41 kadınlı bir köyde büyüdü. Oysa yakın zamanda Sovyetlerin ekonomik çöküntüyle dağılışını gördük ve kadınlar dünyanın dört bir yanına dağıldılar, bizim ailelerin metanetinin binde birine sahip olamayan o kadar toplum var ki en ufak üfürümde dağılan…
Şüphesiz herkes namusludur ve şereflidir. Peki, sınanmamış namus, şeref, yiğitlik ne kadar belirgindir? Benim Anadolu›m İslam uğruna namusunu, şerefini, yiğitliğini ispatlamıştır Kurtuluş Mücadelesinde. Erkeklerimiz ve henüz

erginlerimiz tanklara, toplara, tüfeklere karşı işgal edilmiş İslam toprağını savunmuş; elindeki çomağını, çubuğunu, mutfaktaki bıçağını, kilerden baltasını kapıp toplanarak şehir içinden başlayarak bir bir çiviyi söker gibi işgal askerlerini söke söke ilerlememişler miydi yalın ayak? Bir tas çorbaya bir dilim ekmeği katık etmediler mi? Kendi cenaze namazlarını bile bize vebal olmadan canlarını toprağa vermediler mi?
Evet..!
Bugünün rahatlığında tek bir kişinin dahi muhalefeti olmadan zapt edilen ülkeleri görmüşken Anadolu’nun, yani köklerimizin bu yiğitliğini haddi zatında göz önünde tutmamak, daha da kötüsü köklerimiz olan bu insanların vasıflarından uzaklaşmak ne kadar acı? Ki bugün bu yaptığımız, akıl kârı mıdır?
Ve sevdaları vardır Anadolu’mun ana sütü gibi temiz masum bir bakıştan ötesini ar eden, en fazla o da istem dışı çeşmede görürse, bir bardak sudan fazlasını istemeyen.
Müslüman yürekler bilirim daha kızdı mı cehennem kesilir, sevdi mi cennet. Öyle başı gözü oynamaz erkeklerin ve kimine kimsesine bakmaz, yüreğinden bilir onu, alır nikâhlısı olur. Alamadı mı karasevdalısı…
Diğerini harcamaz yüreğine oturmuş biri varken, aklı sevdasında iken…
Buldu mu eşini, ilk gün neyse son gün de odur. Öyle üç beş yılda bitmez sevdaları. Bilir yol uzun, yolculuk büyük ve zor, el ele tutuşup daha öbür âleme gidilecek, emanet bilir yaradandan eşini ve Peygamber (sav) vasiyetini bilir kadınını.
Sağlam ailede büyür, kendini bilir, eşini gördü mü gözleriyle, Kalu-Bela’dan yazılananı tanır. Bugün maalesef yaşam şartları ve ailelerimiz gerçek vasfından uzaklaştığı için kişinin kendini tanıması on sekiz değil, bazen otuz ve hatta kırk yaşı buluyor maalesef ve yaşlara kadar da sayısız maceralar ve hatta birkaç evlilik sığdırıyor hayatına, artı birkaç küçük, yuvasızlığa mahkûm, masum çocuk.
Kaldı ki kul kaderinde ve kader dediğin İkbal’in dediği gibi: “Kulun Rabbiyle aynı yolda yürümesidir. Kendini bilmeden Rabbini nasıl bileceksin? Hangi çağına denk gelecek Rabbinle iletişim kurup bütünleşmen en kötüsü olan son çağınaymış ya o çağı görmeden ölürsen!”
Anadolu derken köylere bakmak lazım kalıntıları orada ama aslında birçoğumuzun etrafında Anadolu hala yaşıyor. Mesela Çıksorut›taki nine gece düşünde rahmetli eşini görür: ”Gel!” der. Adam: “Artık yeter, sen çağırırsın da gelmem mi, seni kırmam!” der eşine. Sabaha vefat eder. Benim dedem de: “Hazırlan yarın askere alacaklar seni!” demişti babaanneme.
Az geriye ninelere, dedelerimize ve kırsala uzanırsak orada bulacağız Anadolu’yu!
Ve dünyayı ahirete sarmalayarak yaşamayı, keyifle hürmetle vakarla yaşayıp karşılamayı, ölümü ve bugün kaygısına düştüğümüz insanlığı…
İşte budur Anadolu.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?