Âdâbı muâşeret genel itibariyle “Bir toplulukta uyulması gereken ve insanlar arasındaki davranışları düzenleyen nezâket, saygı ve görgü kuralları” olarak tanımlanmıştır. Bu kuralların herhangi bir yazılı belgesi yoktur. İnsanlar topluluk içinde yaşadıkça âdâbı muâşeret kurallarına riayet etmeyi öğrenir ve bunu alışkanlık haline getirirler. Fert, kamusal alanda kendisine kabul edilebilir bir alan oluşturma gayreti içine girdiği zaman kıyısında ya da içinde yaşadığı topluma saygının, ülfetin bir gereği olarak âdâbı muâşeret, nezaket ve görgü kurallarını da dikkate almaya başlar. Âdâbı muâşeret şüphesiz medenilik, uyum, diğergâmlık, empati gibi kavramlarla da yakından ilişkilidir. Öyleyse insan kendi öznel duygu ve tasarımlarıyla şekillendirdiği davranışsal bütünlüğü, içinde yaşadığı kenti veya çevreyi nesnel bir karşılaşmanın dışında yarı şeffaflaşan (ya da buharlaşan) bir yapıya dönüşmektedir.
Âdâbı muâşeret işlenirken muâşeret kavramına da bakılmalıdır. Nebati, bu kavramı “İnsanların toplumda birlikte yaşayarak hoşça geçindikleri huzur ve barış dolu bir kamusallık (2020: 583)” olarak alıntılamıştır. Barış içinde yaşamanın öne çıktığı bu kavramla beraber âdâb kavramının öne çıkması, yazılı olmayan bir kurallar bütünün de toplumsal hayat içinde varlığına işaret etmektedir. Bu iki kavramın oluşturduğu âdâbı muâşeret ile yakından ilişkili olan kavram “nezaket”tir. Öyleyse J.J. Russo’nun “Toplum Sözleşmesi”sindeki “güven-itimat” kavramına gitmeden önce şunu dikkate almak gerekir: “Toplum kendi tümel bütünselliğini nezaket gibi daha soft ve soyut kavramlar üzerinden gerçekleştirir.”
Kamusal Bir Beklenti Olarak Âdâb
“Sosyal adalet, kardeşlik, dayanışma, maneviyat gibi değerler ile destekle¬nen birey savrulma, aidiyet yitimi, köksüzlük gibi patolojik durumlar kar¬şısında tamamen dirayetli hale getirilmiştir. Farklılıkların ve özgünlüklerin korunarak desteklendiği bir sosyal yapı içinde birey hem kendi fıtratına göre yaşama hem de cemaat ilişkilerinin sağladığı güçlü iletişim, daya¬nışma ile kuşatılıp korunma olanağı bulmuştur (Nebati, 2020: 597).” Bu ifadeler, İslâm kentlerinde ferdin kamusal alan içinde çeşitli patolojik sonuçlarla karşılaşmamasının gerekçelerini sunmaktadır. Öyleyse sosyal hayatı sarıp sarmalamış olan ilişkiler ağı içinde bir yerde konumlanan ferdin bir özne olarak kendi reel hayatını idame edebilmesi için gerçek pratiklerle karşılaşırken o topluma uygun davranışlar sergilemesini bir zorunluluk veya geri ödenmesi gereken bir borç olarak görmek gerekir.
Hal böyle olunca şark-garp, kuzey-güney yönlerinde farklı coğrafyalara tekabül eden mekânsal bütünlüklerde âdâbı muâşeretin farklı karşılıkları gündeme gelebilir. Bir mekânsal bütünlük için pozitif gelen bir âdâbı muâşeret pratiği, başka bir coğrafyadaki gerçek yaşamda karşılık bulmayabilir. Bu yüzden Batı kentlerinde olumlu olarak karşılık bulan birçok âdâb, İslâm ülkelerinde aksülamel bulmayabilir. Bu durumun tam tersini düşünmek de mümkündür.
Tam bu noktada Burke’nin “Âdâbı muâşeret yaşamımıza biçim ve renk katar (Nebati, 2020: 584).” sözü akla gelmektedir. Âdâbı muâşeretin yaşama bu kadar renk katması ne anlama gelmektedir? Bunu sadece pozitif bir etki ve gerçeklik olarak düşünmek elbette ki doğru değildir. Toplumsal parametreleri medeniyet ile ilgili bütün olumsallığı yüksek olan kavramlarla düşünüldüğünde âdâbı muâşeretin katma değeri yüksek bir davranış ve düşünüşler biçimi olduğu anlaşılır. Medeniyet demişken “kent”i anmadan geçmek olmaz. Çünkü kent ya da şehir âdâbı, muâşeretin kristalize olmuş en yüksek kalitedeki somut biçimlerini içinde barındırmaktadır. Bu da insanı biraz daha kentliler ya da medeni olanlar sınıfına katmaktadır.
Âdâbı muâşereti diğer toplumsal kavramlardan ayrıştıran en önemli özelliği kavramın “sivil” tarafıdır. Devlet bürokrasinin içinde hiyerarşik bir bütünlüğe bürünen davranışlar bütünselliği, sosyal hayat içinde karşılık bulmayabilir. Ama iktidarın insanî unsurlarının tikel yaşamlarında tümele ait olan bir kamusal alışkanlığın varlığından bahsetmek mümkündür. Ancak bu tikel yansımayı iktidarın bütün aygıtlarına teşmil etmek, âdâbı muâşeretin ontolojik yapısını zedeleyebilir. Burada âdâbı muâşerete uygun olmayan davranışların medenilikle bağdaştırılmadığını dikkate almak gerekir. “Gayrı medeniliği sem¬bolize eden “şapkasına ve eteğine sümkürmek”, “ellerini elbiseye sürerek temizlemek”, “masaya oturur oturmaz hemen yemeğe saldırmak” gibi dav¬ranışlar köylülükle ilişkilendirilmektedir (Nebati, 2020: 585).” Buradan aslında âdâbı muâşeretin kendisini hayat içinde konumlandırırken “medeniyet” kavramına göre bir pozisyon aldığı görülmektedir.
“Medeniyet”in ne olduğu da toplum tarafından tam olarak anlamlandırılmamış olabilir. Ancak toplumun aktüel dinamikleri, hangi davranışın olumlu, hangisinin olumsuz olduğunu örgün olmayan eğitim mekanizmalarıyla bireye öğretmektedir. Nesne konumundaki birey, toplumsal normlara riayet ederek yaşadıkça kendince toplumun öznesi konumuna yükselmektedir. Özne olduğu zaman da bir âdâbı muâşeret taşıyıcısı haline gelmektedir. Artık süreç içinde başkalaşan bir soyut kurallar bütününü yine kendi öğrendiği biçimle ancak kendince de değiştirerek sonraki nesillere aktarma pozisyonuna girmektedir.
Malûmât-ı Medeniye veya Âdâbı Muâşeret
Vatandaşın yetiştirilmesi ve daha işlevsel hale getirilmesi fikrinin esasında birçok boyutu vardır. Bu boyutlar arasında bazıları bireyden topluma bakarken bazıları da bireyden devlete-iktidara yönelmektedir. Bu yönelimin makul vatandaşın nitelikleriyle yakından bir ilişkisi vardır. İşte bir “vatandaş”ın gündelik yaşamdan ziyade içinde yaşamış olduğu devlet, millet ve geniş coğrafyaya ait bilinç seviyesini yükseltmek amacıyla II. Meşrutiyet sonrasında Malûmât-ı Medeniye dersleri müfredata konmuştur. Bu derslerdeki “Vatan, millet, devlet, meclis, idâre-i umumiye, vergi gibi konulardan bahseden bu kitaplar, ayrıca kişinin kendisine, ailesine, milletine, vatanına ve hükümetine karşı vazifelerini anlatmaktadır (Tunç, 2018: 312).” Bu durum iktidardaki elitin gelecek hülyasıyla ilgili izler taşımaktadır. Geçmişle gelecek arasında kümülatif bir eğitim düşüncesiyle hareket edildiğinde malûmât-ı medeniyyeden âdâbı muâşerete giden paralel ancak ilişkisel bir çizginin varlığından bahsedilebilir. Öyleyse bütün yönüyle kabul edilebilir makul vatandaşın (adam gibi adam olan vatandaş) ahlakî ve felsefî temelleri dikkate alınarak çağa yetişen bireyin kendisi hedeflenmiştir denilebilir.
Âdâbı muâşeretin nasıl ve hangi aygıtlarla toplumsallaştırılacağıyla ilgili olarak iktidar ve rejimlerin farklı yöntemleri olabilir. Bugün dünyada gelecek için nasıl bir bireyin inşa edileceği önemli bir sorundur. Bu bireyin nitelikleri o rejimin-devletin ya da iktidarın ömrü ile ilişkisellik arz etmektedir. Osmanlı’nın geç dönem modernleşmesinin ve erken Cumhuriyet’in süreklilik arz eden medeni kazanımları aktüel yaşamda birbiriyle çelişmemek meylindedir. Ancak özellikle Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan yeni süreçte-rejimde kuruluş sorunsalını aşan bir muktedir kitlenin “Nasıl bir vatandaş?” beklentisinin daha üstenci bir yaklaşımla adeta preslenmeye ya da banttan seri bir üretimle indirilmeye çalışıldığı görülmüştür (Başboğa Özen, 2019: 59). Yine “çağdaş uygarlık” ya da “medeniyet” söylemleriyle meydana getirilmeye çalışılan bir toplum inşası, devletin itici-zorlayıcı muktedir-güçlü yüzüyle inşa edilmeye çalışılmıştır.
“Kemalist ideoloji dediğimiz şeyi, merkezi bir makine değil, kanlı canlı insanlar, yani toplumsal aktörler var etmiş ve hayata geçirmiştir.” ifadelerini kullanan Ural, kurulan rejimin aslında pek de ötelerde bir yerlerde değil adeta insanların kendi öz pratikleriyle oluşturmuş olduğu bir yaşam biçiminden ibaret olduğuna işaret etmiştir. Öte yandan yazar, Şapka Kanunun pratik yaşamda yer edinememesini “1930’larda da bir sızıntının mümkün olduğu (2019: 318)” sözleriyle nitelemiştir. Bu durum, Anadolu’da kurulmuş olan yeni Cumhuriyet’in nüfuz edemediği bazı toplumsal alanların da varlığına işaret etmektedir. Bunu muhtemelen başka coğrafyalarda kurulmuş olan rejimlerin zorla da olsa hayata geçiremediği “sızıntı” bölgelerinde görmek de mümkündür.
Yeni jenerasyona iletim açısından Anadolu’da erken Cumhuriyet dönemi yayınlarında çocuklara yönelik olarak âdâbı muâşeret kuralları arasında davranışlarda terbiye, nezaket, sokak âdâbı muâşereti, selamlaşma, takdim ve tanıştırılma, konuşma görgü ve âdâbı, sofra âdâbı, giyim kuşam gibi başlıklar üzerinden bir yetiştirme pratiği geliştirilmiştir. Bunlardan özellikle sofra âdâbına bakıldığında “Çocukların gündelik yaşamlarında, sofraya oturmadan, bir şey yemeden hemen önce mutlaka ellerin sabunla, bol suyla yıkanması, yemek sonrasında ağzın yıkanması, dişlerin fırçalanması, yemekte yiyeceklerin, iyice çiğnenerek yenmesi, haddinden fazla yiyip-içilmemesinin hem sağlığın hem de âdâbı muâşeretin bir gereği olduğu vurgulanmıştır.”
Ayrıca “Sofraya, büyükler oturmadan oturulmaması, büyüklerden evvel yemeğe el uzatılmaması, tabağa konan yemeğin büyükler yemeğe başladıktan sonra yenmesi ve yine büyüklerden önce sofradan kalkılmaması gerektiği vurgulanmıştır. Yemek sırasında tabağa konulan yemeğin mutlaka bitirilmesi, eğer tabağa çok yemek konulmuşsa ve bu yenilemeyecekse bunun önceden söylenmesi ve yemeğin azaltılması, yemek sırasında ağza büyük bir lokma alınıp avurdun şişirilmesinin yemeğin ağız kapalı bir biçimde çiğnenmesi, ağızda lokma varken konuşulmaması, yemek sırasında kullanılacak tabak, çatal, kaşık ve bıçağın, yenilecek yemeğe göre kullanılması ve başkasına ait olmaması gerektiğine de dikkat çekilmiştir (Başboğa Özen, 2019: 77-79).”
“Yemek sırasında diş arasına kırıntı sıkışırsa ve bu rahatsız ederse bunu elle çıkarmaya çalışmadan kürdan kullanılması, ancak kürdan kullanırken de diğer elle ağzın kapatılmasına dikkat edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Sofrada ortak bir servis tabağı ya da bunun gibi bir kaptan salata, çorba, hoşaf gibi yiyecek bir şey alınacaksa mutlaka servis tabağı içerisindeki kaşık, çatal ya da bıçağın kullanılmasının sofra âdâbının önemli kurallarından olduğu vurgulanmıştır. Çocukların yalnızca evde ya da başka bir evdeki sofrada değil, okul yemekhanesinde de (diğer kamusal alanlar dahil olmak üzere) yukarıda ortaya konan sofra âdâbına, görgü ve nezaketine uygun davranmaları gerektiği belirtilir (Başboğa Özen, 2019: 77-79).”
Âdâbın İslâmî Yönü
İslâmî yaşantının gerekleri olarak öne çıkan âdâbı muâşeret ilkeleri şu başlıklarda işlenebilir: Besmele, selamlaşma, konuşma, evlere girme-çıkma, yeme-içme, uyuma, toplantılara katılma, komşuluk haklarına riayet âdâbı (Uzut, 2017: 149-153). Yukarıda yeme içme âdâbı üzerinden yapılan bu okumayı şimdi de İslâmî açıdan değerlendirmekte fayda vardır. Bahsi geçen hususlardan sofraya oturmadan, bir şey yemeden hemen önce mutlaka ellerin sabunla, bol suyla yıkanması, yemek sonrasında ağzın yıkanması, dişlerin fırçalanması, yemekte yiyeceklerin, iyice çiğnenerek yenmesi, haddinden fazla yiyip-içilmemesi, intizamlı bir evde yemeklerin belli bir saatte yeneceği, bu saatte aile efradının yemek öncesinde el ve yüzlerini yıkayarak temiz bir şekilde sofraya gelmesi, sofrada yemek masasına önce büyüklerin oturması, sofrada yemeğe büyüklerden önce başlamanın “terbiyesizlik” olduğu, yemeğin, “kıtlıktan çıkmış gibi acele ile çiğnemeden ve ağzın şapırdatılarak yenmemesi, yemek masasında parmak yalamak, ağız şapırdatmak kadar çatal, bıçak ve kaşıkla oynamanın da “ayıp” olduğu, tabağa konan yemeğin büyükler yemeğe başladıktan sonra yenmesi de Müslüman bir ferdin riayet ettiği adaptandır.
Sofrada kambur bir şekilde oturulmaması, ellerin başa, yüze, burun ve kulağa sürülmemesi, dirseklerin sofraya dayanmaması, ağzın yemeğe götürülmeden, yemeğin ağza götürülmesi, her yenilen lokmada başın masaya yaklaştırılmaması, tabağa konulan yemeğin mutlaka bitirilmesi, eğer tabağa çok yemek konulmuşsa ve bunun yenmesi mümkün değilse önceden bu durumun söylenmesi ya da yemeğin azaltılması, ağza büyük bir lokma alıp avurdun şişirilmemesi, yemeğin ağız kapalı bir biçimde çiğnenmesi, ağızda lokma varken konuşulmaması, yemek sırasında kullanılacak tabak, çatal, kaşık ve bıçağın, yenilecek yemeğe göre kullanılması ve başkasına ait olmaması, yemek sırasında diş arasına kırıntı sıkışırsa ve bu rahatsız ederse bunu elle çıkarmaya çalışmadan kürdan kullanılması, ancak kürdan kullanırken de diğer elle ağzın kapatılmasına dikkat edilmesi, yemek sırasında su içmeden önce peçete ile bir kez ağzın silinmesi, su içerken hiç gürültü çıkarmadan, suyun hafifçe içilmesi İslâmî terbiye ve nezaketin gereğidir.
Sofrada ortak bir servis tabağı ya da bunun gibi bir kaptan salata, çorba, hoşaf gibi yiyecek bir şey alınacaksa mutlaka servis tabağı içerisindeki kaşık, çatal ya da bıçağın kullanılması, sofrada hizmet eden biri varsa ya da sofradaki birinden bir şey istenirken daima rica edilerek istenmesi, istek yerine geldiğinde de mutlaka teşekkür edilmesi, yalnızca evde ya da başka bir evdeki sofrada değil bütün kamusal alanlarda sofra âdâbına, görgü ve nezaketine uygun davranılması, kamusal alanlardaki yemek salonlarında gürültü etmek, şakalaşmak, sofrayı kirletmek, yerlere öteberi atmak, garson ve servis personeliyle laubali olmanın doğru olmadığı, buralara girerken ve otururken acele edilmemesi, sıraya riayet edilmesi, çıkarken de aynı şekilde davranılması gibi âdâptan olan hususlar aslında İslâmî yaşantının temelinde de olan hususlardır. Bütün bunlar, Anadolu’da ta Cumhuriyet’ten beri çeşitli yayınlarla ve eğitim politikalarıyla öğretilmeye çalışılan görgü kurallarıdır. Bu kuralların İslâmî tonlarının daha belirgin bir şekilde Anadolu’nun birçok yerinde kısmî de olsa bugün uygulanıyor olması, bu coğrafya insanındaki İslâmî köklerin güçlü varlığına işaret etmektedir.
Nihâye
Son tahlilde şöyle bir yargıya varılabilir: Bugün Anadolu büyük bir Müslüman milletin yaşadığı coğrafyadır. Bu millet içinde farklı ırklara mensup halklar ve topluluklar beraberce yaşamaktadır. Bu coğrafyanın son 1000 yıldır beslendiği ana kaynak şüphesiz ki İslâm’dır. Bu aziz millet, bu ulvi kaynaktan kana kana içmektedir. Haliyle Anadolu’da İslâm’la yoğrulmuş ve adeta gelenek mi, dinî ritüel mi olduğu pek de fark edilmeyen bir âdâbı muâşeret icra edilmektedir. Bugün burada her gün defalarca tekrarlanan su içme âdâbından misafir karşılamaya; yemek yeme âdâbından evleri ziyaret etmeye kadar birçok âdâb, İslâmî yaşantının izlerini taşımaktadır.

1) Başboğa Özen, Sevcan. (2019). Erken Cumhuriyet Dönemi Çocuk Yayınlarında Çocuklara Yönelik Âdâbı muâşeret, Görgü ve Nezaket Kuralları, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, (Bahar), S. 59-86. 2) Nebati, Nureddin. (2020). İslâm ve Batı Kültürü Açısından Kent, Muaşeret ve Uygarlık İlişkileri. Diyanet İlmî Dergi, 56, s. 577-600. 3) Tunç Yaşar, Fatma. (2018). II. Meşrutiyet Döneminde Yurttaşlık, Ahlak ve Medenilik Eğitimi: Malûmât-ı Medeniye Ders Kitapları. Osmanlı Araştırmaları. S. LII, s. 311-342. 4) Ural, Tülin. (2019). Kentsel Mekâna İntizam Vermek: 1930’larda Türkiye’de Basılmış Âdâb-ı Muâşeret Kitaplarında Şehir. Kebikeç, S. 48, s. 305-320. 5) Uzut, Mevlüt. (2017). Âdâb-ı Muâşeret-Sünnet İlişkisi. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Hadis Özel Sayısı, S. 4, s. 147-157.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?