Hayattan kopup giden her değer, insan hayatını oluşturan duvardan düşen her büyük parça, ardından kapanması zor gedikler, onarılması zaman alan ruhsal çöküntüler ve tedavi imkânı muğlak yaralar bırakır. Her giden, kendisiyle güzel şeyler de götürür. Değil mi ki, o da yedi güzelden bir güzeldi! Belki O, yaşarken güzelliği fark edilmedi, belki fark edilmek için bir çaba sarf etmedi. Çünkü her hazine bulunmak için bir çaba gerektirir. Hazineye muhtaç olanlar da hazineyi aramadı veya arama gereği hissetmedi, hazineye leş kargaları gibi üşüşmek isteyenler de onu aramaya çalışmadı. Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin! / Erken gel, beni evde bulamayabilirsin!” Yolunu adım adım bilemediğimiz, bulmak için aramadığımız ve tanıyamadıklarımızdan bir tanıdık gitti aramızdan. Yedi güzelden bir güzel daha böylece gitmiş oldu güzellikler ülkesine.

Yazdıklarından çok da haberdar değildik. Küsmüş veya küstürülmüş, yalnızlığına, sırça köşküne çekilmişti. Sadece adı vardı ve dolanıyordu dilimizde. Belki “Klas Duruş”u vardı, ama biz farkında değildik, ümmet olarak böyle bir duruşa sahip olmamız için kendisinde “Umut” hep vardı. Ülke sınırının ötesine taşarak, bütün İslâm âlemine seslenirken, evrensel bildirileri ile Türkiye’nin geçirdiği yabancılaşma hareketlerini eleştirirken, bir uyanış simgesi olarak aralıksız yabancılaştırma girişimlerini vurgularken biz Müslümanlardan aslında tekrar özümüze dönmeyi ve Allah’a ve Resûlü’ne verdiğimiz sözü, “Biat”ı birkaç defa hatırlatma gereği hissetmiştir. Suya sabuna dokunmayan tipten değildi. Yaranmak için kırk takla atan bir adam hiç değildi. “Klas Duruş”unu hep korudu.

Kendi tabiriyle Kudüs’ü her zaman “bir kol saati gibi” taşıdı ve onun saati her zaman Kudüs’e ayarlıydı. Çünkü Kudüs’e ayarlanmayan saat boşa geçirilen vakittir; o saati buz tutar, göz görmez. Onun deyimiyle anne bir çocuğu Kudüs yapar, adam baba olunca da içinde bir Kudüs canlanır. Kudüs için ve Kudüs adına ancak yürününce adamın atağına Kudüs gücü gelir. Onun dilinden iki kutsalımız olan “Anneler ve Kudüsler” düşmemiştir. Kudüs onun şiirlerinde ve yüreğinde çok müstesna bir yer edinmiştir.

“Yasa batmış Kudüs bu! Elinizi uzatınız; zincirleri mi kıracaksınız? Yurtsuz kalan Filistinlilerin direniş ateşinin çıngıları göklere saçılır ve İstanbul gecelerinde toplarsınız bunları.” diyerek Filistin meselesinin sadece Filistinlilere ait olmadığını ifade etmiştir. Bütün İslâm beldeleri onun için değerlidir, ama Kudüs başkadır. Onun için Kudüs, kendi deyimiyle kalbinin üzerindeki ince bir tüldür. Kudüs’e borcumuz ise onu savunmak ve özgürlüğüne kavuşturmaktır. Kudüs’ü savunmak gerçek özgürlüğü savunmaktır. Kudüs sevilmeden insanlığa girilmez. Ömrünün sonlarında yüreğinde taşıdığı Kudüs’ü ziyaret edebilme bahtiyarlığına da erişebildi. Bir yerlere tutunarak ayakta kalabilen ihtiyar bedinin içindeki ruhu, Kudüs’ü görünce gençleşmiş, ruhuna ruh katmış, ihtiyar bedenine yeni bir can vermiştir adeta.

Kendisi, kendisini, Müslümanlığını, devrimciliğini ve kitaplarını şöyle tanımlıyordu: “Maraş’ta, 1934 yılında doğdum. Güzel İstanbul’umuzun Müslüman olduğu, bize katıldığı günü de (29 Mayıs) doğum günüm sayıyorum.

Her şeyden önce bir yazarım ben. Benim yazarlığım kimliğimi, kişiliğimi tayin eder. Uygarlığımın değer yargılarından yanayım, İslâm uygarlığının savunucusuyum. Uygarlığımızın yabancılaştırma girişimleriyle yenen hakkını geri istiyorum.

Bugünkü tarih itibariyle yayımlanmış olan 43 kitabımın hepsi, ‘zulümsüz ‘, ‘sömürüsüz’, ‘putsuz’, ‘kimlikli’, ‘erdemli’, ‘erekli’, ‘ışıklı’, ‘aşkınlıkla dopdolu’ bir yeryüzü oluşturma çabasına katkıdır. Puta tapıcılık sapkınlığına bir karşı koyuştur. Tüm kitaplarım bu bağlamda okunmalıdır.

Bir kez daha bütün kalbimle vurgulayayım: Ben devrimci bir Müslümanım, devrimci bir yazarım. Yüzde yüz militan, devrimci bir yapım vardır benim. Bununla da gurur duyuyorum, onur duyuyorum.”

Yazarlığını şöyle ifade ediyordu: “Ben, antikapitalist, antifaşist, antinazist, antisiyonist, antisosyalist ve en önemlisi de Türkiye özelinde olmak üzere antifiravunist bir bilince ve iradeye sahip devrimci bir yazarım.”

Yine alıntı cümleleriyle, kendisi muhafazakâr değil, devrimci bir Müslümandı. Onun devrimciliğinin temelini, İslâm dinine olan sarsılmaz bağlılığı oluşturuyordu. Ona göre “İslâm dini kıyamete kadar sürecek sürekli devrim anlayışını öngörür. Yeryüzünde zulüm, haksızlık, adaletsizlik var olduğu sürece, bu zulmün, bu haksızlığın, bu adaletsizliğin kaynağı olan egemen güçlerin yok edilmesi için, Müslümanların devrimci mücadelesi de sürecektir. Kirli mülkiyete karşı, kara siyasaya karşı devrimci savaş kesintisiz sürecektir. Çünkü İslâm dini bunu öngörmektedir.

İslâm dini özgürlükçüdür, ilericidir, devrimcidir, bağımsızdır; sömürünün her biçimine karşıdır, başta anamalcılığa karşıdır, başta yabancılaşmaya karşıdır İslâm Öğretisi. İnsanın, yalnızca, ’emeğinin karşılığını yiyebileceğini’ vurgular bu din.” Resûlullâh’ı (sav) “ezeli ve ebedi ulu önder” olarak kabul eder ve sahte ulu önderlere itibar etmez, onların isimlerini ağzına almazdı.

Devrimciliği iliklerine kadar yaşayan ve ruhuna ve bedenine giydiren biriydi. Misafirlerine yirmi bitkiden müteşekkil, acı mı acı bir devrim çayı ikram eder, içine şeker atanlara da ‘devrimciler şeker kullanmaz beyefendi’ diyecek kadar devrimciydi. Yedi Güzel Adamdan başka bir adam olan Rasim Özdenören tanıtır ağabey diye hitap ettiği tavır adamını: “O, kimsenin reklam vermek istemediği derginin reklam alım ücretini 12 trilyon yaparak kimsenin dergiye reklam vermeye güç yetiremeyeceği mesajını vermiş bir insandır”. Aslında okul ve sıra arkadaşlarıdır, fakat yaş itibariyle büyük olduğundan ‘ağabey’ olarak sıfatlandırılmıştır.

İlkokula geç başlamış, ilkokuldan sonra ortaokula da ara vererek gecikmeyi uzatmıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: ‘Resmî Öğreti’ye ve yeni kurulan devletin okullarına duyulan güvensizlik ve kaygı olarak görülebilir. Aslında sadece benim ailem değil, bütün Müslüman aileler aynı kaygıyı yaşadı.”

Kitap demek onun için Kur’ân-ı Kerîm demektir, kitap okumak onun için Kur’ân-ı Kerîm okumak demektir. Okuma yazma öğrenirken kıyıda köşede, kimsenin fark edemeyeceği şekilde Kur’ân öğrenmiştir ilk okuma yıllarında. Polis veya jandarma baskınına uğramamak için biri kapıda gözetleyici olarak durmak zorundadır Kur’ân talimi yaptığı zamanlarda. Kur’ân öğrenmenin, okumanın, hatta Allah demenin yasak olduğu dönemlerde çocukluğunu yaşadı uzun hayatının.

İlk gençlik yılları Maraş’ta geçti. Kendi tabirleri ile “Kara Lise” onlar için hayat ve fikir mücadelesinin önemli bir noktası idi. O da arkadaşları gibi “Kara Lise”de olgunlaştı. Daha sonra üniversite hayatı, üniversiteden arta kalan önemli bir zaman dilimi İstanbul’da geçti. Onun benliğinde İstanbul’un bambaşka bir yeri vardır. 18. Yüzyıl şairlerinden Nedim’de var olan İstanbul aşkı, miras yoluyla Yahya Kemal’e, ardından Necip Fazıl’a ulaşmış ve onda da vücut bulmuştur.

Ondaki İstanbul aşkının dayandığı bir neden vardır ki, bu onun seleflerinden biraz daha farklıdır. Onun için İstanbul yeryüzünün en güzel şehridir. Ona göre bir yazar için ilham kaynağı olabilecek yegâne şehir İstanbul’dur. Aşk şehridir İstanbul. İstanbul, Varoluş Sevdası’nın, politik duruşlarının simgesidir. Başka bir neden ise ki, kanaatimizce en önemlisi budur, Ezeli ve Ebedi Ulu Önderimiz, Yüce Peygamberimiz Muhammed’in fethini müjdelediği bir şehirdir. Bu yüzden İstanbul, onun için kutsal bir şehirdir, İstanbul’u bunun için çok seviyor. Bundan daha kutsal bir gerekçe, bundan daha mühim bir neden olabilir mi, İstanbul’un biricikliğine?

O, kalemini her türlü sömürüye karşı durmak için kullanmış; genel olarak sanatın, özelde ise edebiyatın işlevinin maddi manevi her türlü despotluğa karşı olduğunu savunmuştur. Edebiyat; herhangi bir kişiye, zümreye, fikre, ideolojiye, örgüte, şirkete, menfaat gurubuna sırtını dayamamalı, özgür olmalıdır ona göre. O da Yedi Güzel Adam gibi yaptığı işin en iyisini yapmaya gayret etti. Onların felsefesi buydu aslında: Yaptığı işi en iyi şekilde yapmak. Şiir yazan en iyi şair, hikâye yazan en iyi hikâyeci, deneme yazan en iyi denemeci olma derdindeydi.

Onun bir düşü vardı ve bu düşü hayatının en müstesna yerinde barınıyordu: Putun ve putçuluğun olmadığı, İslâm ideolojisinin egemen olduğu, barış ve esenlik içinde bir Türkiye görmekti. Yeryüzündeki tüm Müslümanların birliğinin sağlandığını görmek, Kudüs’ün esenliğe çıktığını görmekti. Belki onun için bir düştü, ama bu düşünün peşine hep düştü. Her düş gerçeğe dönüşemeyebilir. Dünün düşü, bugünün gerçekliğidir. Bugünün düşü ise yarının gerçekliğini oluşturur. Onun bu düşünü kaldığı yerden devam ettirmek biz Müslümanların şiarı olmalıdır.

İyi tanıyamadığımız ve tanımlayamadığımız, ama aramızdan ayrıldıktan sonra tuttuğu yerin farkına vardığımız şair, edip, fakir ve aksiyon adamına rahmet ve dua diliyoruz.

İşte Nuri Pakdil, hayata böyle büyük sözler bırakarak tıpkı bir rüzgâr gibi geçti…

“Yaşasın Şeriat, Yaşasın İslâm’ın Evrensel Kardeşliği!”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?