Seyyid Muhammed Nakîb el-Attâs (1931-…), Malay dünyasının ve çağdaş İslâm düşüncesinin önde gelen mütefekkirlerinden olup İslâmîleş-tir-me projesinin ilk teorisyenlerinden biridir. el-Attâs’ın İslâmîleştirme teklifi, aslında İslâm ümmetinin uzun süreden beridir karşılaştığı haricî ve dâhilî sorunlara ilişkin arayışını ihtiva eder. Bu teklifte her iki sorun, sebepleriyle birlikte tahlil edilirken veya bunların neden ve nasıl olduğu tartışılırken tarihte, şimdi ve istikbalde olmak üzere üç zamansal eksene vurgu yapılır. Buna göre ‘dışarıdan kaynaklı’ olarak İslâm ümmetinin karşılaştığı sorunlar değerlendirilirken İslâm ve çağdaş düşünme paradigmasına ev sahipliği yapan Hıristiyanlık arasında tarihten bugüne sürtüşme zeminini ve sebebini tahlil etmek suretiyle istikbale ilişkin nazariyeler teklif edilebilir.

el-Attâs, İslâm ümmetinin Batı ile yaşadığı krizin emperyal ve siyasal sebeplerinin de olduğunu göz ardı etmeksizin asıl meselenin iki dünyagörüşü arasındaki epistemik çatışma ve bunların alan hâkimiyetinden yani evrensellik iddialarından kaynaklandığını gündeme getirir. Çünkü dinin evrenselliği, onun insan hayatı üzerindeki etkisi bakımından devrimsel düşünceyi içermekte ve bu durum beraberinden evrensel bir tanrı tasavvurunu ve tasdikatını gerektirmektedir. Aksi takdirde toplumsalın evrensel içeriklerle inşa edilmesinin veya evrensel insan tasarımının önerilmesine dair olanağın imkânı ve hakikat ekseninin belirlenmesi beyhude bir çaba olarak kalacaktır.

el-Attâs, vahyî terminoloji gereğince Hıristiyanlığın dinde evrensellik iddiasının doğru olmadığını tarihsel epistemolojik düzlemde beyan ettikten sonra İslâm’ın doğrudan vahiy kökenli olması münasebetiyle evrenselliğine gönderimde bulunur. Ona göre Hıristiyanlık vahyedilmiş bir din olmayıp müntesiplerince zaman ve mekânın düşünme tarzına bağlı olarak değiştirilmiş, evrim geçirmiş ve hâlihazırda ise konumlandırıldığı eksen itibariyle ‘kültürel din’ olma vasfına haizdir. Söz gelimi İbn Sînâ’nın varlık denen şeyin ‘özün arazı’ olduğu şeklindeki felsefî ifadesi, Thomas Aquinas’ı etkileyerek ortaçağ Hıristiyanlık teolojisi, felsefesi ve metafiziğinde öz (zât) ve varoluş (vücûd) arasındaki ayrımın anlam sınırlarını belirlemiştir (1). Böylece evrensel din düşüncesi, Hıristiyanlığın ve İslâm’ın doğuşundan bugüne kadar kültürel dinin/Hıristiyanlığın müntesipleri ve İslâm ümmeti arasında bir sorun alanı olarak ortaya çıkmıştır. Kültürel din mensuplarının veya coğrafyasının sanayi devrimiyle birlikte gittikçe iktisadî güç ve siyasal kudrete kavuşmaları ve bunun tersi bir manzaranın İslâm toplumlarında hâsıl olmasıyla birlikte İslâm ümmeti çeşitli yön ve ölçeklerde Batının tahakkümüyle, sosyo-ekonomik sömürgeleştirme ve alinasyon faaliyetleriyle karşılaşmıştır.

Öyle ki, bu durum, 17. yüzyıldan günümüze kadar askerî kuşatmaları bir tarafta tutmak kaydıyla, kültürel dinin eğitim, siyaset ve araştırma yöntemlerinin vasıta edilmek suretiyle İslâm ümmetinin düşünme ve eğitim sistemindeki sorunların, karşılaştığı ‘kültürel kontrol’ yoluyla sömürgeleştirme modellerinin hariçteki müsebbibi olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte Müslümanlar, düşünsel/fikrî boyunduruk altına alınmış ve an itibariyle kuramsal ve kurumsal düşünme olanakları keşmekeş hale gelmiş ve gelmektedir.

Batılı düşünme tarzının Müslüman zihinleri ihata etmesi veya Müslüman aklın İslâm’dan kopartılması çabası, bilfiil eğitim kurumları vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Sözgelimi modern üniversitelerin, İslâm’ın sıklıkla öncelediği insanın manevî boyutuna ilişkin beklentilerini göz ardı ederek hatta seküler olmaları bakımından buna meydana okuyarak fakülte ve bölümler arasında sadecemaddî çıktılara ilişkin birlikteliği referans alması, hâlihazırdaki manzarayı resmetmektedir. Aynı durum, bilginin sekülerleştirilmesine yol açarken küre ölçeğinde ‘doğa’ ve “öteki” üzerine her türlü tahakküm politikasının yürütülmesine potansiyel ve hatta aktüel imkânlar sunmaktadır. Oysaki İslâm’da te’dîb≠eğitim (2), tedrîs-ta’lîm’in, her aşamasında öncelikli olarak insanın varlık ve varoluş düzeninde Allah’ın uygun yerinin bilinmesine ve tanınmasına öncülük etmek suretiyle mahlûkatın yaratılış düzenindeki uygun yerlerinin bilinmesi ve peyderpey bunun insana idrak ettirilmesi surecine hizmet eden kurumlardır.

Öte yandan ümmetin kendi iç saiklerinden hareketle karşılaştığı bir dizi sorunlar bulunmaktadır. el-Attâs’a göre bunların varlık sebebi olarak en başında edebin yitirilmesi gelmektedir. Zira edebin yitimi doğrudan ilişkili olduğu adaletin ortadan kalkmasına; adaletin kaybolması ise beraberinde bilgide keşmekeşe sebep olmaktadır. Dolayısıyla bilgide keşmekeşlik doğal olarak dünyagörüşünde keşmekeşliğin ortaya çıkmasına bilfiil olanak sağlamaktadır. Bu durum ümmet bağlamında adalet ile hükmetmeyen sahte liderlerin yetişmesine sebep olmaktadır. Bu çerçevede İslâm ümmetinin güncel sorunları mevzu edindiğinde şunlar söylenebilir: Umumî olarak edebin yitirilmesi (i), bundan hareketle bilgide keşmekeşlik ve yanlışlıkların ortaya çıkması (ii) ile ilk iki sorundan mücessem veya bunların sonucu olarak nitelikli olmayan ve İslâmî ahlâk, fikir ve ruhtan yoksun liderlerin yetişmesi (iii) şeklinde tasnif edilebilir. Bu sorunlara ilaveten İslâm ümmetinin dâhilî sorunu olarak Batı’nın (J. J. Rousseau, A. Comte, J. S. Mill ve H. Spencer gibi filozofların) düşünme tarzından esinlenerek modernist ve seküler çevrelerin ümmetin tarihsel ve ilmî hafızası arasında ontolojik ve epistemik bağları kesme çabası (iv) İslâmî mirası yanlış yorumlayan nasçı/fundamentalist reformcu çevrelerin derin bilgiye sahip olmaksızın İslâm ümmetinin tarihsel ve ilmî hafızasını her fırsatta tenkit etmeleri veya küçümsemeleri (v) örnek gösterilebilir (3).

Söz gelimi nasçı çevreler, Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’e atfen “De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım’.Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet, 6) ayetindeki ilk yargıdan hareketle Hz. Peygamberin de “bizim gibi bir insan”olduğunu ve dolayısıyla bir ‘melek’, ‘ilah’veya insan formuna girmiş bir ‘tanrı’olmadığını vurgular. el-Attâs, bunların Hz. Peygamberin güya her beşer gibi ölümlü olduğunu bize hatırlattıklarını aktararak esasen meselenin maksadına dikkatleri çeker. Ona göre bunların maksadı konuyla ilgili hakikate dikkat çekmek değil, aksine Kur’ân-ı Kerîm’i diğer kutsal(!) kitaplarla aynı kategoriye çekerek Hz. Peygamberin nevi şahsında inançsızlığa davet etmektir (4). İlk iki çevre, modern paradigma içerisinde anlam bulduğu şekliyle özgürlük, kardeşlik, eşitlik, toplumsal sözleşme, insan hakları gibi öğretilerden ilham alarak İslâm’ı kendi ideallerine göre yorumlar ve daha çok sosyoloji ve siyaset ile meşgul olurlar. Bunlar, farz-ı kifâye ilimleri öncelerken İslâm eğitiminin aslî ve öncelikli bileşenini teşkil eden farz-ı ayn ilimlere pek rağbet göstermezler. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak İslâm’ın “gelişmemiş” ya da “yanlış gelişmiş” ve artık zamanın ruhuna hitap etmeyen “atıl” bir din olduğu iddiasına kapı aralamakta ve bunun gerçekleşmesi için de ortam hazırlamaktadır. Bu çerçevede sahte liderler ise her üç çevrenin İslâm’ın ve dolayısıyla ümmetin aleyhine yönelik çalışmalarına imkân sağlayan siyasal otoriteler olarak işlev görmektedir (5).

Meseleye ilişkin hülasa-i kelâm kabilinden olmak üzere bunlar, ümmetin bütünleşmesine epistemik ve ontolojik zemin hazırlayan ortak bilincin yitirilmesine bilfiil gayret ettiler ve etmektedirler. Sahte liderler ve söz konusu çevreler, ümmetin tarihsel ve ilmî hafızasını ortadan kaldırma çabalarına mukabil, seküler eğitim kurumlarını inşa etmek suretiyle yeni bir kimlik, yeni tarih ve yeni bilme metodolojisini teklif ettiler (6). Öyle ki, bu teklifler, özgün içerik ve perspektif sunmaktan ziyade Batı’da teşekkül eden fikir paketlerinin doğrudan intikalinin ötesine geçememektedir. Taşıma su ile değirmen dönmez.Nakledilen fikir paketleriyle özgün kurum ve kuramlara yol açılmaz. Hâliyle ne Doğulu/Müslüman ne de Batılı/Hıristiyan olabilen, sadece ikisinin arasında kalan ve zihnî keşmekeşler yaşayan bireyler yetiştirmenin ötesine geçilememiştir.

el-Attâs’ın temel kaygısı, İslâm ümmetinin karşılaştığı bu ve benzeri sorunların bertaraf edilmesine yönelik ontolojik ve epistemolojik taslaklar geliştirmektir. Bunun için yeniden en başa dönmek suretiyle öncelikle kaybolan ‘edeb’in tekrar zihinlere ve eğitim müfredatlarına işlevsel olarak işlemekten geçer. Bu teklifte insan zihnini kuşatan sahte seküler yorum tarzlarından arınmak için İslâm’ın dünyagörüşünün ontolojik düzlemini belirleyen edeb’in bilgisine yeniden başvurulması önem arz etmektedir. Edep (kendini bilme) bilgisinin yenilenmesi ve bu eksende yeni bir teklifin arz edilmesi, ancak İslâm’ın dünyagörüşünü yansıtacak sistematik bir eğitim/te’dib kuramı ve kurumu ile mümkün olabilir.

Bahsedilen bu imkânın tartışılabilirliği meselesi ile ilgili olarak; ‘bilginin batılılaştırılmaktan arındırılmasına veya çağdaş bilginin İslâmîleş(tiril)mesine’yönelik teklif sunan el-Attâs’ın İslâmî Üniversite Taslağıetrafındaki düşüncelerini sonraki sayıda ele alacağız.

Sıracettin ASLAN

Kaynakça:

1) Al-Attas, S. M. N. (1993). Islam and secularism. Kuala Lumpur: ISTAC, s. 97-102. 2) Al-Attas, S. M. N. (1991). The concept of education in Islam: a framework for an Islamic philosophy of education. Kuala Lumpur: ISTAC. 3-)Al-Attas. Islam and secularism. s.105-120. 4)Age. s.117-118, 120. 5)Age. s.118-120.6)Age. s.113-128.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?