İslam davası; sahiplenilmesi, uğrunda fedakârlık gösterilmesi ve dert edinilmesi gereken en yüce ve en kutsal davadır. Müslüman adam dava adamıdır. Davanın bilincinde, dava şuurunda olan adamdır. Davanın dertlisi ve taşıyıcısıdır. Davasını her nereye giderse kendisiyle beraber götürür. İmam İbni Teymiyye gibi “Düşmanlarım bana ne yapabilir ki! Ben cenneti yüreğimde taşıyorum…”düşüncesindedir. O, davanın acısını taşır yüreğinde. Üstad Bediüzzaman’ın acısına denk bir acıyı:“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
Dert edinmeli insan, endişelenmeli davanın selameti için. Uğrunda kendini dahi unutmalı. Gecesini gündüzüne katmalı. Ne yüreğindeki ateş sönmeli ne de uyku girmeli gözüne. Kederlenmeli ve üzülmeli, Sultan Selahaddin gibi yeri geldiğinde gülmeyi dahi unutmalı. Müslüman dava adamı, İmam Rabbani gibi feryat etmelidir: “Eyvah, ne büyük musibet ne büyük felaket! Âlemlerin sevgilisi Hz. Peygamber’in (s.a.s) mensupları zelil, zayıf ve hakirdir. Risaleti inkâr edenler ise güçlü ve azizdir. Müslümanlar inlerken, inkârcılar kılıçlarıyla istihza (alay) etmektedirler.” Ümmetin hal-i pürmelali ortadayken rahatı da unutmalı Müslüman. Nureddin Yıldız Hocanın şu sözü de hatırımızdan çıkmamalıdır: “Gençler, bu ümmetin size ne kadar ihtiyacı olduğunu bilseydiniz uykuyu kendinize haram ederdiniz.”
Üstad Muhammed Gazali, şehadetinden bir gün önce Şehid İmam Hasan El Benna’yı gördüğünü ve Müslümanların derdinden dolayı bir et ve kemik yığınına döndüğünü söylemiştir. Yine Şehid İmam’ın “Allah bilir, nice geceleri ümmetin dertlerine çareler aramak için geçirdik. Ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldırmak için ne kadar düşündük. Bu hallerin tesirinden bazen ağlama durumuna gelirdik.” dediğini hiç unutamıyoruz. Üstad Bediüzzaman’ı bir gün dava için tefekküre dalmış, dağlarda dolaşırken görüyoruz. Birden ayağı kayar ve uçuruma yuvarlanır. Ayağı kaydığı gibi dilinden şu sözler dökülür: “Ah Davam, eyvah maksadım gitti.” Fakat Yüce Allah’ın yardımıyla kurtulur.
Dava adamı davasını öyle içselleştirmiş ve öyle dert edinmiştir ki onun azmini hiçbir şey sınırlayamaz. Herkes dert edindiği dünyalıkları konuşurken o, davasını konuşur. Onun davet alanı insanların hayal âleminin de ötesindedir. Ufku daima en yücelerdedir. O, hiçbir zaman daha azıyla yetinmez. Şayet öyle olmasaydı Şehid Şeyh Ahmed Yasin hasta yatağında ölümü bekleyen bir zavallı olurdu. Fakat yüce Allah’ın takdirine bakın ki o; felçli vücuduyla İslam düşmanı Yahudilerin korkulu rüyası olmuştu. Bir davetçi “İnsanlar Ay’a çıkıp yerleşseler, davet ve tebliğ için onların ardından gideriz.” demiştir. Şehid İmam el Benna’nın şu sözü, dava sahibi erlerin davalarını nasıl özümsemeleri ve sahiplenmeleri gerektiğini bize muhteşem bir şekilde izah etmektedir: “Keşke şu davayı annelerin karnındaki ceninlere kadar ulaştırabilseydim!” Allahu Ekber. Bu nasıl bir azim? Bu nasıl bir dava bilinci? Bu nasıl bir dava ufku? Ya Rabb bizlere de nasip et. Âmin.
Dava adamı hiç kimsenin ne dediğine ve ne yaptığına bakmaz, aldırmaz. Ben ne yapabilirim, der. Sağına soluna bakmaz. Hiç kimse yoksa dahi “Ben varım.” der. Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları dava eri olan genci ne güzel tarif eder: “‘Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert ‘Ben varım!’ cevabını veren, her ferdi, ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ duygusuna sahip, dâva ahlâkını parıldatan bir gençlik…”
Davası uğruna her ne yapmışsa hemen unutuverir ihlaslı dava adamı. Başa kakmaz yaptıklarını. Ben yaptım havasında değildir. “Hâzâ min fadli’r rabbî”(Bu, rabbimin lütfundandır.) bilincindedir. Şehid Seyyid Kutup,“Fizilal”de: “Fedakârlıklarının hesabını tutan insanlar bu davayı yürütemezler. Bu dava, bağlılarından o kadar çok fedakârlıklar ister ki insan ancak yaptıklarını hemen unutursa bu istekleri göğüsleyebilir. Hatta gerçek dava adamı bu yoldaki özverilerini aklına bile getirmemelidir. O kadar kendini Allah’a adamış olmalıdır ki, bütün emeklerini ve gayretlerini yüce Allah’ın kendine yönelik lütfu ve bağışı olarak algılamalıdır. Gerçekten, bu yoldaki çabalar yüce Allah’ın kullarına sunduğu bir ayrıcalıktır. Yüce Allah tarafından seçilmiş olmanın ve bu yolda çalışma başarısına erdirilmenin göstergesidir. Buna göre bu uğurda çalışma fırsatına kavuşmak yüce Allah’a şükretmeyi gerektiren bir seçilme, bir ayıklanma, bir onurlandırmadır; yoksa başa kakılacak ve gözde büyütülecek bir angarya değildir.”
Dava adamının tatil ve dinlenme gibi bir derdi yoktur, olamaz da. Rahatını, heves ve arzularını cennete erteler. Üstad Hasan el Benna’ya şehid edilmeden kısa bir süre önce bir arkadaşı,“Üstadım, biraz istirahat etseniz olmaz mı?” deyince, Üstad şöyle cevap vermiş: “Aziz Kardeşim, öldükten sonra hem uyur hem istirahat ederim.”Şehid Şeyh Abdullah Azzam, “ Ey müslüman erler, heves ve arzularınızı Allah’ın dini ve İslam topraklarının işgal altından kurtulması için cennete erteleyin. Ey İslam Davetçileri, ölüm tutkunu olunuz ki size hayat bağışlansın. Sakın ameller sizi aldatmasın, aldatıcılar Allah ile sizleri aldatmasın, okuduğunuz kitaplar ve devam ettiğiniz nafileler sakın sizi aldatmasın!”
Dava adamının literatüründe pes etmek, yılmak ve yıkılmak da yoktur. Emeklilik ve bir köşeye çekilme de yoktur. Hele hele ümitsizliğe kapılmak hiç yoktur. Nefis ne zaman ki “Sen daha ne zamana kadar böyle çalışacaksın, ne zaman dinlenmeye çekileceksin ve ne zaman pes edeceksin?” dediğinde o da nefsine: “Belki Hz. Nuh (a.s) gibi 950 sene.” cevabını verecektir. Nefis: “Şu hale bak boğazlarına kadar bataklığa batmış bu insanların hidayete erebileceklerini mi düşünüyorsun?” dediğinde, O: “Hidayet Allah’tandır, bana düşen çalışmaktır. Sonuç ise Allah’ın takdir ettiği gibi olacaktır.” diyecektir.
Ey İslam davasını kendine dert edinmiş kardeşim! Tüm kâinat senin emrine amade ve sana musahhar kılınmıştır. Kâinat, yardımına koşmak için senin ihlaslı bir şekilde Allah için harekete geçmeni beklemektedir. Kuzey Afrika’nın fatihlerinden olan Ukbe bin Nafi’, sık bir ormanın içinde Keyrevan şehrini yapmak istediğinde iki rekât namaz kılmış ve şöyle seslenmiştir: “Ey yırtıcı vahşi hayvanlar, Ey zehirleyici haşeratlar, biz Muhammed’in (s.a.s) ordusuyuz! Bu yere yerleşmek istiyoruz. Haydi, buradan çıkın.” Birkaç dakika geçmeden bütün vahşi hayvanlar, yavrularını da sırtlanarak ormanı terk etmişlerdir. A’la b. Hadrami, ordusuyla Bahreyn’e vardığında düşmanlarıyla aralarında denizin olduğunu görür. “Ey Hâkim, Yüce ve Âlim olan Rabbimiz, senin yolunda mücadele veren kullarız, düşmana varmak için bizlere yol ver.” diye dua eder ve atlarıyla denize dalarlar. Karşıya geçtiklerinde atlarının tırnakları bile ıslanmamıştır. Kisra ordusu durumu görünce savaşmadan geri kaçar ve İslam ordusu zaferle döner.
Şunu da unutma ki bu ümmetin sana ihtiyacı var. Sen kendine gelip bütün batıl dava, duygu ve hisleri bir kenara bırakıp atmazsan bu ümmetin acılar içinde kıvranışı daha çok uzun seneler devam edecektir. Ama bir silkinip kendine geliversen belki de o müjdelenen günler çok daha yakın olacaktır. “Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Şu sözü de yüreğine silinmeyecek bir şekilde kazımayı da sakın unutma:
“İşimiz (yapmamız gerekenler) vaktimizden çok daha fazladır.” (Hasan El Benna)

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?