“Müslüman mısın? Kürt müsün?” İlk defa bu soruyla 9-10 yaşlarında annem beni mahalle fırınımıza ekmek almaya gönderdiğinde karşılaşmıştım. Okuldan dolayı Müslümanlığa aşina idim, ama Kürt nedir bilmediğim için hemen “Müslümanım.” diye cevaplamıştım hamur açan fırıncı ustasının bana sorduğu soruyu. Hâlbuki milliyet ile dinin çatışma ve uzlaşma serüveni çok daha eskiye, bizim coğrafyamız için Osmanlı Devleti yönetiminin hüküm sürdüğü yıllara kadar uzanıyordu.

Bugün Osmanlı devletinin yıkılmasının ve bakiyesinde milli devletlerin kurulmasının üzerinden yaklaşık 100 yıl geçmiştir. Dünden bugüne doğru Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda istisnasız milli devletlerin kurulmuş olduğunu görmekteyiz. Geçmişinde kendisi için inancın önemli olduğu ve dini değerlerin en yukarda yer aldığı Müslümanların, bugün yaşadıkları ulus devletlerin bayrağı altında geçmişteki birliklerinin ve şu anda kalplerinin paramparça olduğu bir çağı yaşamaktayız. Bugün karşı karşıya olduğumuz toplumsal imtihanımızın adı milliyetçiliktir. Batılı dillerde nationalism, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Moğolca’dan gelen ulus kavramından türeyen ulusçuluk, günümüzde ise daha yerleşik haliyle milliyetçilik olarak adlandırılan bu siyasi kavram nedir, İslâm toplumlarını nasıl etkilemektedir ve bir Müslüman olarak bu ideolojiye karşı bizim tutumumuz ne olmalıdır, sorularını cevaplamamız gerekmektedir.

Şüphesiz yazımıza konu olan milliyetçilik kavramı ve etrafında dönen tarihî olayların tümünün burada geniş bir şekilde ele alınması imkânı bulunmamaktadır. Ancak yine de yerimizin el verdiği ölçüde temel yaklaşımlar ve özet veriler halinde konumuzu ele alacağız.

Fransız Devrimi ve Milliyetçilik

1789 Fransız Devrimi ile Batı dünyası, artık tüm yetkinin bir kralın elinde olduğu, halkının söz hakkı bulunmadığı bir yönetim tarzından eşitlik, kardeşlik ve hürriyet temalarının işlendiği, kişinin önemsendiği ve yönetimde söz sahibi olmasının öngörüldüğü bir yönetim anlayışına doğru evrilmekteydi. Bu devrimin rüzgârıyla Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılacak, İtalya ve Almanya milli birliklerini meydana getirerek güçlü devletler haline geleceklerdi.

1856’da Batı dünyası, Osmanlı Devleti’ne Islahat Fermanı’nı kabul ettirerek artık din ve şeriatın devletin temeli olmayacağı, eşit vatandaşlık statüsünün hayata geçirileceği bir düzene neden olmuştur. Bundan sonra Müslümanın Hristiyana eşit olduğu bir Osmanlı vatandaşlığı söz konusu olacaktır. Daha sonraki gelişmeler; imparatorlukların yıkılarak ulus devletler kurulmasına yol açacak ve ilk olarak Osmanlı içerisinde millet sistemi ile yönetilen Hıristiyan azınlıkların kendi milli devletlerini kurmalarını sağlayan milli bilinçlenme ve kültürel milliyetçilik aşamasına, ardından da siyasi olarak bağımsızlıklarını kazanma mücadelelerine başvurmalarına neden olacaktır.

Yine erken dönemde Yunanlıların (1832), ardından Sırpların (1878), Bulgarların (1908) bağımsızlıklarını ilan etmeden önce kendi milli kiliselerini kurmaları ardından kültürel olarak kendi kavim ve etnik kökenlerini incelemeleri ve daha sonra Osmanlı Devleti’nde zulüm ve esaret içinde oldukları propagandaları ile Batılı devletler ve Rusya’nın himayesinde birer birer bağımsızlıklarını kazandıkları bir döneme girilecektir.

Osmanlı’da Milli Dönüşüm

Bu sırada Osmanlı Devleti’nde de devlet ve yönetim anlayışı bir dönüşüm geçirmekteydi. Devlet giderek daha fazla Türkleşmeye başlıyordu. 1876 Anayasası Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmiş, Ahmet Cevdet Paşa nüfus konusuna değinirken ve Hüsnü Paşa’nın hazırladığı ders kitapları konu buraya gelmişken Türklerin “asli” unsur olduğunu ifade etmiş olduğuna göre artık Osmanlı seçkinleri de Batılı anlamdaki etnik milliyetçilik çizgisine gelmeliydiler. İttihat ve Terakki Partisinin 1908’de iktidarı ele geçirmesinden sonra milliyetçilik fikri önce kültürel daha sonra siyasi ve nihayet pozitivist laik bir bakış açısıyla yerleşmeye başlayacaktı.

Hristiyan halkların millet statüsü içerisinde barışık bir şekilde kendi özel hukuklarını uyguladıkları dönemden; dil ve kültürlerini korumalarını sağlayan cemaat yönetimleri de artık seküler tüccarların ve entelektüel önderlerinin etkisiyle zayıflamaya, bağlılarının kilisenin etki alanından çıkarak milli kimliklerinin etnik ve siyasi kimliğe dönüştüğü ve etnik bir ulus bilincine sahip olmalarına yol açan gelişmelerin olduğu bir döneme giriliyordu.

  1. Meşrutiyetin ifade hürriyeti ortamında gelişen basın yayın ve fikir hürriyeti her şeyden önce Osmanlıya bağlı Hıristiyan halkın lehine olmuş, ilk milliyetçilik söylemleri de yine bu kesim tarafından dile getirilmiştir. Osmanlı devleti için asıl dönüm noktası ise Balkan Savaşları (1912-1913) olmuştur. İmparatorluğa bağlı gayrimüslimlerin büyük bir bölümünün bağımsızlıklarını kazanarak ülkeden kopması devlette büyük bir hayal kırıklığı oluşturmuş ve yönetim, artık elinde kalan yerlerdeki Müslüman çoğunluk ile hâkim unsur olan Türkler üzerinden bir kimlik inşasına başvurmuştur.

İttihat Terakki ve Türkçülük

İttihat ve Terakki Partisinin kendisinin başlatmadığı ancak desteklediği kültürel Türkçülük artık siyasi Türkçülüğe dönüşecek; Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Derneği (1911), Türk Ocağı (1912) gibi dernekler kurulacak ve Türk Yurdu dergisi ve benzeri dergi ve gazeteler yayın hayatına atılarak Türkçülük üzerine yoğun tartışmalar yapılacaktır. Bu arada Türkçülük iki ana akım halinde birbiriyle fikri mücadelelere de girecektir: Bir yandan Ziya Gökalp’in başını çektiği ve dini göz ardı etmeyen, ama kültürü önemseyerek bir nevi asimilasyon ile üst bir kimliğin oluşmasını öneren görüş ile daha çok Rusya kökenli Türk yazar ve düşünürlerin etkisiyle gelişen ve etnik yönü ağır basan milliyetçilik. Cumhuriyet idarecilerinin bu ikincisini seçerek etnik ve laik unsurların öne alındığı dinin artık milleti birleştiren dil, tarih, ortak geçmiş içerisinde yer almayan bir milliyetçiliği tercih ettiğini bilmekteyiz. T.C. Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi internet sayfasında milliyetçiliği şöyle tanımlamaktadır:

“Atatürkçü düşünce, Türk milletini, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir toplum olarak kabul etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür; çünkü bu kişiler aynı dili konuşmakta, aynı kültürü paylaşmakta, aynı ülküyü taşımaktadırlar.”

Yine 1931 CHP parti programının 2. maddesi; “Millet; dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve ictimaî bir heyettir.” şeklindedir. Bu kültür ve mefkûre birliği dini kapsamı içerisine almamaktadır.

Yakın Tarihte Milliyetçilik

Buraya kadar ele aldığımız kısımdan sonrasını yakın tarihimiz olarak okuyucu da bilmektedir. Bu nedenle İslâm dünyasında Osmanlı devleti sonrası geriye kalan Müslüman halkların her birinin birer birer önce etnik milliyetçiliğe savruldukları, daha sonra ulusal kurtuluş mücadeleleri ve bağımsızlıklarını kazanmaları aşamasında kurtuluş mücadelesi önderlerinin hemen çoğunun batılı anlayışta laik, seküler etnik ve siyasi milliyetçi kimseler olduğunu yine okuyucu bilmektedir.

Milliyetçilik, ideoloji olarak günümüz dünyasını hala etkileyen bir olgudur. Her etnik milliyetçilik kendisine geçmişten, yazılı ve yazılı olmayan tarihten ve de arkeolojiden başlayarak yeniden bir tarih ve millet tasarlar. Kökenleri ve ataları geçmişte olan kahraman, fedakâr, başarılarla dolu bir tarih anlayışı yeni oluşan milli devletlerin en başta el attıkları konudur. Bizde güneş dil teorileri, Sümerlerin ve Hititlerin Türk olduğu, Tüm dillerin atasının Türkçe olduğu fikirlerine karşılık, diğer Müslüman milletlerde de durum bundan farklı değildir. Böylece Mısırlılar tarihlerini firavun dönemine kadar götürürken, Farslılar Perslere, Sasanilere, Kürtler ise İlkçağ Mezopotamyalılara Asur ve diğer halklara kadar inerler. Bir milleti tarihini yeniden yazarak ve özellikle İslâm öncesi dönem adet, gelenek ve yaşayışına ve karakterine bağlayarak tarihte uzun bir dönemden beridir bu haliyle var olduklarına inanarak kadim bir millet olduklarına inanma ihtiyacı yeni devletin aynı zamanda güçlüklerle ve sömürgecilerle baş edebilmesi için psikolojik bir destek sağlama amacını da güder.

Batı dünyasının İslâm coğrafyasını işgal ve sömürüsü ile bu işgal ve sömürüye başkaldırmak için Müslümanların örgütlenmesi ve mücadele etmeleri de aynı zamana denk gelmektedir. Ancak Batılılar karşılarında kendileriyle mücadele edecek kişilerin yine kendi fikir ve ideolojileriyle beslenmelerini isterler. Tabiri caizse düelloya davet ettikleri hasımlarına yine kendi hazırladıkları silahları sunarak bunlardan birini seçmelerini salık verirler.

Muhammed Kutub’a göre Batı, İslâm dünyasında her şeyden önce yurtseverlik tohumlarını atmış, bunu milliyetçilik dönemi takip etmiştir. O’na göre bunun başlıca üç sebebi vardır: Birincisi; Haçlı emperyalistlerine karşı İslâmî cihat hareketlerini yurtsever hareketlere dönüştürmek, ikincisi; bu yolla İslâmî cihat hareketlerini yurtsever politik hareketlere çevirmektir. Çünkü yurtsever hareketlerle anlaşmak kolaydır. O bu konuda büyük yurtsever liderlerden olan Sa’d Zağlul’un şu sözünü örnek verir:

“Antlaşmayı kaybettik, fakat İngilizlerin dostluklarını kazandık.” Üçüncü sebep ise; politik yurtsever hareketlerin halklarını daha kolay ve daha az dirençle batılılaştıracakları gerçeğidir. Çünkü “Müslüman, İslâmî kişiliğini kaybettiği takdirde gerçekte temel dayanak noktasını kaybetmiş demektir.” İlk Müslümanların kendilerine güvenmeleri ve inançlarından emin olmaları nedeniyle örneğin Antik Yunan bilgilerini aldıkları halde efsanelerini reddettikleri tarihî bir gerçektir.

Osmanlı Devleti yapısı itibariyle toprağa bağlı (teritoryal) ve etnik milliyetçiliğe karşıydı. Yönetimi altındaki dini ve etnik unsurların farklı milletler olduğunun bilincinde olarak onları Müslüman, gayrimüslim milletler olarak ayırmış kendi hâkim dil, etnik grup, din ve milli değerlerini zorla tatbik etmediği için onları bir arada tutmayı başarabilmiş idi. Osmanlı dönemi boyunca yapılan tüm nüfus sayımlarında Müslümanlar etnik ve dil farklılıklarına göre sınıflandırılmadı. Gayrimüslimler ise millet sistemi nedeniyle başlıca cemaatlerine göre sınıflandırılarak tasnif edildi: Ermeni, Katolik, Protestan, Süryani, Yakubi gibi. Yine siyasi anlam taşımamak kaydıyla Kürt Beylerine Boz Millet, Türkmen aşiretlerine Kara Millet adıyla beratlar verildi. Yurtluk ocaklık ve hükümet sistemi yoluyla Kürt Beylerin bölgelerini belirli kurallar içerisinde yönetmelerine izin verildi.

Kemal Karpat’a göre; “Etnik ve dinsel bir grup hayatın diğer alanlarında sürekli bir “Osmanlılaşmaya” tabi kalırken kendi kültür ve dinini koruyabildi. Millet sistemi öncelikle dinsel farklılaşmaya, ardından dil farklılıklarıyla ifadesini bulan etnik farklılaşmaya dayanan bir toplumsal kültürel ve cemaat yapısıydı. Din, dil, cemaat, etnik yapı ve aile, milletin toplumsal ve kültürel yapı taşlarını oluşturdu. Cemaat milletin temel örgütsel birimiydi, cemaat olmadan milletin varlığını kavramak olanaksız olurdu.”

Ancak Osmanlı devletinin dağılma sürecinde bu yönetim yaklaşımı terk edildiği ve Osmanlı vatandaşlığı da yerleştirilemediği için Batı’nın bu topraklardaki emelleri engellenememiş ve önce imparatorluktaki Hristiyan milletler ve daha sonra da Müslüman halklar birer birer Batı’nın destek ve etkisiyle ve 1. Dünya Savaşı akabinde kopmaya ve ulus devlet yolunda ilerlemeye başlamıştır. Önce temsilcilik ve manda gibi yönetimler altında iken daha sonra bağımsızlık mücadeleleri vermiş veya ülkelerindeki Batı kontrolünde olan krallıklara karşı darbe girişimlerinde bulunmuşlardır.

Hasan el-Bennâ’da Milliyetçilik Düşüncesi

Bu mücadeleler sürerken bu kez milliyetçi ve ulusalcı örgüt ve fikir kampları ile Müslüman fikir aydınları arasında mücadele açısından yöntem ve yaklaşımın tartışıldığı bir döneme girilmiştir. Bu dönemle ilgili en çarpıcı karşılaştırmayı Risaleler sahibi Müslüman Kardeşler Hareketi Lideri Hasan el-Bennâ’da görmekteyiz. Hasan el-Bennâ, vatanseverliği beş kısma ayırmış; toprağını sevmek ve ona gönül vermek şeklindeki sevgiye dayalı vatanseverlik; ülkeyi işgalden kurtarıp bağımsızlığına kavuşturmak ve bireylerini onurlu ve üstün bireyler haline getirmek şeklindeki özgürlükçü vatanseverlik; aynı ülke vatandaşları arasındaki bağı güçlendirmek ve onları toplumun çıkarları doğrultusunda harekete yönlendirmek şeklindeki sosyal vatanseverlik; ülkeleri fethetmek ve yeryüzünde hâkimiyet kurmak şeklindeki fetih anlayışlı vatanseverlik; son olarak da halkı birbiriyle kavga eden, kin ve nefret besleyen, suçlayan, birbirine tuzak kuran gruplara bölmeyi ve kişisel çıkarlarına uygun davranmayı hedef edinen bölücü vatanseverlik. İlk dört vatanseverlik hususiyetlerini olumlu ve makul bulmuş ancak bölücü vatanseverliği tasvip etmemiştir.

Hasan el-Bennâ, bu tanımlamaların ardından şöyle demiştir: “Vatanseverliğin her türlü güzel anlamına aşırı vatanseverlerden daha fazla davet ediyoruz. Bizimle vatanseverler arasındaki fark şudur: onlar için vatanseverliğin sınırı toprak parçasıdır ve coğrafik sınırlardır; biz ise vatanseverliğin sınırını inanç olarak kabul ediyoruz. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde yaşayan bütün Müslümanlar, bizim ailemiz ve kardeşimizdir. Oysa diğer vatanseverler sadece yaşadıkları toprak parçasının, dar sınırları içindeki bölgelerin durumuyla ilgilenirler.

Aramızdaki fark uygulamada ortaya çıkar: Herhangi bir Müslüman ülke, haksız şekilde başka bir Müslüman ülkenin sırtından geçinip güçlenmek isterse biz bunu hiçbir İslâm ülkesi için kabul etmeyiz.” Bu konuda Muhammed Kutub da şöyle demektedir: “Her bölge kendi özel problemleriyle uğraşıyor bunun da ötesinde her devletçik arasında kin ve nefret tohumları da gereken şekilde körükleniyordu. Ta ki, tek bir problem ve ortak bir komuta etrafında birleşip bir araya gelemesinler.”

Yine el-Bennâ’ya göre; “Diğer vatanseverlerin tek amacı, sadece ülkelerini kurtarmaktır. Oysa biz, bütün Müslümanların vatanlarını kurtarmanın her Müslümanın boynunda bir emanet ve görev olduğuna, bu görevi yerine getirmek için canıyla ve malıyla çalışması gerektiğine inanıyoruz. Vatanseverlerin görevi sadece vatanı kurtarıp ona onurunu geri kazandırmakla sona ererse Müslüman Kardeşler için bu sadece yolun bir kısmı veya vatanseverliğin bir aşamasıdır.”

Hasan el-Bennâ milliyetçiliği de birkaç kısma ayırarak incelemiştir. O’na göre; geçmiş ataların şan, şeref, çalışkanlıklarıyla övünmeyi ve onlara sevgi ve saygı beslemeyi teşvik eden ecdat milliyetçiliği; kişinin kendi akraba ve toplumuna öncelik vererek onlara hizmet etmeyi ve iyilikte bulunmayı öngören toplum milliyetçiliği; yok olmaya yüz tutmuş İslâm dışı örf, adet ve gelenekleri yeniden diriltmeyi, yerleşik medeniyetin izlerini silmeyi, İslâm inancından ayrılarak dini bağları çözmeyi ve etnik kökenle övünmeyi öngören cahili milliyetçilik veya ırkçılık. el-Bennâ ilk iki milliyetçilik türünü olumlu görürken son tahlilde cahili milliyetçilik veya ırkçılık olarak nitelediği yaklaşımı asla tasvip etmemiş ve bu ırkçılık türünün İslâm’ı çağrıştıran her şeyi yok etmiş, İslâmî isimleri, Arap harflerini ve sözcüklerini kaldırıp İslâm dışı örf ve adetleri yeniden canlandırmış olduğunu ifade etmiştir.

El-Bennâ’ya göre Müslümanın bulunduğu ülkenin milliyetçisi olması yani ülkesini sevmesi, kalkınmasını istemesi, fertlerinin birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışması gibi hususların bir aşama olduğu yine Arap birliğinin diğer bir aşama olduğu ancak daha büyük toplulukların oluşması için çalışmanın asıl hedeflenmesi gereken fikir olduğu ve bunun milliyetçilik düşüncesinden vazgeçmeyi gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sürecin zor ve uzun olduğu ancak imkânsız olmadığını da vurgulamaktadır. O bu konuda şunları söylemektedir:

“Bugün temel dayanağı ırkçılık ve taassup olan birçok ideoloji milletleri azdırmakta ve onların hislerini harekete geçirmektedir. Dünyanın bu azgın ideolojilerin elinden çektiği korkunç sıkıntılar, nihayetinde insanların olgunlaşmalarına ve aralarında kardeşlik ve yardımlaşma duygularının hâkim olmasına neden olacaktır. Her Müslümanın, bulunduğu bölgenin sınırlarını koruması, farkında olduğu tehlikelere engel olması ve içinde yaşadığı vatana hizmet etmesi farzdır. İşte bundan dolayıdır ki, Müslüman vatanını seven samimi bir vatansever ve vatandaşlarına faydalı olan hayırlı bir vatandaştır.

Müslüman Kardeşler kalkınmanın ilk ve önemli esası olan müspet milliyetçiliğe ve vatanseverliğe saygı göstermektedir. Her insanın kendi vatanı uğrunda çalışmasında ve onu ciddi olarak önemsemesinde bir beis görmezler. Müslüman Kardeşler milliyetçiliği bir başkasını ve diğer birliktelikleri yok eden bir silah olarak görenlerin yanında asla yer almayacaklardır. Bizi birçoklarından ayıran en önemli husus belki de budur.

İslâmî ilkeler bir milletin başka bir milleti kontrolü altına almasına veya bir ulusun başka bir ulusa baskı kurmasına asla müsaade etmez. Bununla birlikte İslâm coğrafi sınırları ve cinslere dayalı ayırımı tanımaz. Kelime-i Tevhid getiren her Müslüman yaşadığı her karış toprağın kendi vatanı olduğunu ilan eder. Onlar evrensel bir bütünleşmeyi savunmaktadır ki, İslâm eskiden olduğu gibi milletleri bir araya getirecektir. İslâm Milliyetçiliği‘nin en geniş sınırlı, en genel ve en kalıcı milliyetçilik olduğunu vatanını çok seven ve kavminin milliyetçiliğini yapan en radikal kişilerin bile anlayışları, asla Müslümanların vatan anlayışı ve vatanseverlik duyguları gibi olamayacaktır.”

Şüphesiz 20. yüzyılın hemen başları ve ilerleyen yıllar milliyetçiliğin tüm yönleriyle İslâm coğrafyasını etkilediği ve Batı’nın sömürge anlayışı ile iç içe girdiği bir dönemde Hasan el-Bennâ, milliyetçilik, ırkçılık gibi ithal fikirlerin toplumu etkisi altına aldığını ve insanların yönünü bulmaya çalıştığını gözlemlemiş ve İslâmî bakış açısını tespit etmeye çalışmıştır, ama geçen zaman içinde bağımsızlığını kazanarak ulus devlet olan İslâm ülkelerinde milliyetçilik de kendine bir yol bulmuş ve zeminini güçlendirmiştir.

Bazı dönemlerde milliyetçilik laik ve seküler, bazı yerlerde sosyalist bazı dönemlerde de dini güdümüne alan muhafazakâr milliyetçilik damarları oluşmuştur. Şimdi Mustafa Meşhur’un ifadesiyle sorulması gereken şudur: “Gerekçe ve sebepleri ne olursa olsun laik bir parti veya sosyalist birlik gibi beşeri sisteme mensup olmakla, milliyetçilik, sosyalizm vs. gibi beşeri sistemlerin bayraklarını başımızın üstüne asmamız caiz olur mu? Zira İslâm bu sistemleri reddediyor, onlarla savaşıyor ve hepsinin de üstünde yer alıyor. Bizler sosyalist birliğin içinde iken, İslâm’a muhalif olan sosyalizme nasıl hücum ederiz?”

Sonuç

Son sözü Kemal Karpat’a bırakalım: “Sorun yapay olarak yaratılmış bu milletlerin kuramsal bir temel geliştirme yöntemi bulmadıkça ve kendilerini aralarındaki benzerlikler ve farklılıkların tümünü kabul edecek ve yan yana yaşamalarına izin verecek şekilde yeniden örgütlemedikçe uzun dönemde yaşayıp yaşayamayacağı sorunudur. Deneyimler, “Arap milliyetçiliğinin” ve “Türkçülüğün” en azından yakın bir gelecekte yaşama şansı pek olmayan kavramlar olduğunu göstermektedir. Müslüman Ortadoğu’da milli devlet olmak tatminkâr bir deneyim olmamıştır. Aslında milli yapıların kuruluş dönemi, dört yüz yıllık Osmanlı döneminde meydana gelen insan ve kaynak israfını oldukça aşan kayıplara yol açarak Ortadoğu’ya felaket getirmiştir. Seküler bir kavram olarak yurttaşlık, toprağa bağlılık tarafından belirlenen etnik-milli kimlik anlamında millilik, millet yapısı içindeki dini cemaat deneyiminde kendi özüne ulaşmıştır. Aslında, ortaya çıkışlarından itibaren Balkanlar ve Ortadoğu milli devletlerini sarsan siyasal, toplumsal ve kültürel bunalımlar, büyük ölçüde laik devlet düşüncesi ile köklerini millet felsefesinde bulan dini cemaat kavramı arasındaki uyumsuzluğa atfedilebilir.”

Ek okuma için bazı kaynaklar:

1- Muhammed Kutub, Çağdaş Fikir Akımları, Beka Yayınları.

2- Hasan el-Bennâ, Risaleler, Nida Yayınları.

3- Mustafa Meşhur, İslâm’a Davet Fıkhı, Aksa Yayınları

4- Kemal H. Karpat, Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, Timaş Yayınları.

5- Mustafa Tahhan, Teori ve Pratikte Milliyetçilik, Risale Yayınları.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?