İlk dönem Müslümanlarının hayatlarında iki merhale vardı. Birinci merhale, Mekke dönemi olup; işkence, zulüm, hicret, boykot ve direniş içerikliydi. İkinci merhale ise Allah yolunda savaşı ifade eden cihad dönemiydi. Resûlullah (sav) ashabına her iki dönemde de en güzel öncülüğü yaptı. Mekke günlerinde sabır ve sebatı, Medine günlerinde Allah yolunda candan ve maldan vaz geçmeyi, şehadeti öğretti. Her bir sahabi Resûlullah (sav)’den aldığı bu bilinçle, adeta yüzde bin bir güce, sebata, direnişe, mücadele ve aksiyon ruhuna kavuşuyordu. O dönemde Kur’ân-ı Kerim bunu Enfal/66 ile ümmete haber veriyordu: “Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.”
Ashab, Kur’ân’ın işaret ettiği bu ruhla Medine’de sabır merhalesinden direniş, atılım ve ilerleme merhalesine geçti. Resûlullah (sav)’in yanı başında, her biri emir almaya hazır birer asker olarak şirkin en önemli kalesi Mekke’yi fethedeceklerdi. İşte bu orduda Ebu Eyyub el-Ensari de vardı. Ebu Eyyub ki asıl adı Hâlid’dir, Peygamber (sav)’in önde gelen ashâbından ve Medineli ensârın Hazrec kolundan olup hayatı cihadla geçen bir sahâbîydi. Hicretin ardından yedi ay kadar Hz. Peygamber (sav)’i evinde konuk eden Ebû Eyyûb O’nun yanında tüm savaşlara katıldı.
O, cihad aşığı bir sahabi olarak tanınmıştı. Medine’de kalıp da mal-mülk ile meşgul olmayı tehlike olarak yorumluyordu. Hayatını cihada, cihad için seferber olmaya adamıştı. Müslümanlar Arap Yarımadasını fethedince sıra o dönemin iki süper gücüne gelmişti. Birisi Doğu’da batıl bir akidenin müntesipleri olan ve aynı zamanda zulüm, isyan ve azgınlığıyla tanınmış Sasaniler, diğeri ise tahrif edilmiş bir Hıristiyanlığa dayalı Bizans imparatorluğuydu. Sahabenin komuta ettiği ordular aynı anda hem Bizans hem de Sasanilerin karşısına dikildiler. Altı-yedi yıl gibi bir zaman zarfında her iki coğrafya da ashabın öncülüğünde Müslümanların hâkimiyetine girdi. Bu bölgelerin ardından Mısır fethedildi. Hayatının tümünü cihada adamış olan Ebu Eyyub hem İran-Irak hem de Suriye fetihleri sırasında cepheden cepheye koştu. Ebu Eyyub açısından sıra asıl önemli yere gelmişti. Sürekli cihad halinde olan Ebu Eyyub, her ne kadar Dımaşk’a yerleşmiş ise de “cihada devam” düşüncesinden dolayı burada sürekli duramamıştır.
Müslümanlar Emeviler döneminde İstanbul’u fethetmek için seferber oldular. Tarih kaynakları bu seferlerin sayısının bu dönemde beşe ulaştığını haber vermektedir. İstanbul’u fethe yönelik bu şekilde peş peşe seferlerin yapılmış olması Resul-i Ekrem’in bu yönde yapmış olduğu teşvikin bir neticesiydi. Resul-i Ekrem ashabın zihnine şu düşünceyi yerleştirmişti: “İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur!”1 Bu konuda zikredilen bu hadis ve daha sahabe döneminde bu istikamete doğru hararetli girişimlerin olması, İstanbul’un fethini İslam’ın ta ilk günlerinden beri önemli bir mesele haline getirmişti. Dönem erken bir dönemdi ve ashabın önde gelenleri daha hayattaydı ve o dönemde dünyanın başkenti denebilecek olan İstanbul fethedilmeliydi. Bozuk bir akideye dayalı bir devletin başkenti olan bu güzel belde için sahabiler de seferber oldular. İşte Ebu Eyyub de İstanbul’u fethetme düşüncesiyle harekete geçen ordunun içindeydi. Hatta bu orduda en gözde sahabi oydu.
İran/Sasani Kisra’sının başkenti Medain fethedilmiş, sıra Bizans imparatorluğunun başkenti İstanbul’a gelmişti. İstanbul’a fetih maksadıyla gelen orduda Ebu Eyyub’un yeri başkaydı. Çevresinde bulunan arkadaşları ona değer veriyordu. Çünkü cihad sevdası ve Allah yolunda şehid olma arzusunun yanı sıra iki cihan serverini evinde misafir etme gibi bir payeyi de üzerinde taşımaktaydı. İkamet ettiği yerden çok uzakta bulunan İstanbul’a, yaşı ilerlemiş olduğu halde cihad için gelmiş ve burada vefat etmişti.2 Cihad aşkı, Allah yolunda seferber olma düşüncesi ve neticesi şehadet olabilecek bir amel, onu Avrupa kıtasına kadar getirmişti. Hatta bu hususta onun, “Beni gücünüz yettiği kadar düşman yurdu içine, ileriye doğru götürüp defnediniz! Zira ben, Resûlullah (sav)’ı, ‘Konstantiniyye (İstanbul) surları dibine salih bir kul defnolunacaktır.’ buyururken duydum. Umarım o kişi ben olurum” dediği rivayet olunmuştur.3 İşte Resûlullah (sav)’in bu sözü onun yaşlı haliyle bu topraklara kadar gelmesine vesile olmuştur.
Onun cihatsız geçen bir yılı olmamıştı. Hz. Peygamber (sav)’in yanında tüm savaşlara katıldığı gibi daha sonraki dönemlerde de cihadını devam ettirmiş ve son nefesine kadar bu yüce amelden geri kalmamıştı. Tevbe sûresinin 42. ayetinde geçen, “…kuvvetli de olsanız zayıf da olsanız cihada çıkınız…” şeklindeki ifadelerini Ebû Eyyûb ve yine cihad aşığı bir sahabi olan Mikdâd b. el-Esved, “Her durumda cihadla emrolunduk” şeklinde tefsir etmişlerdi.4 Ebû Eyyûb, Bakara sûresinin 195. ayetinde geçen “…ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız…” ifadesindeki “tehlike”nin cihaddan geri kalmak olduğunu vurguluyordu.5
Dünya malının onları cihad gibi bir amelden alıkoyması akıl işi değildi. Onların zihin dünyasında Allah yolunda savaştan geri kalmak büyük bir tehlikeydi. Resûlullah (sav)’den öğrendiklerine göre, kişinin, Allah yolunda şehid olmayı kendi kalbinden geçirmemesi bir nevi nifak üzere ölmek anlamına geliyordu. Onlar son peygamberden bunu öğrendiler ve bu ruhla yaşadılar.
Ebu Eyyub ile cihad arkadaşlığı yapmış olan tabiinden Abdurrahman b. Hâlid yine bir cihad yolculuğu sırasında konakladıkları karargâhta, Ebu Eyyub’un kendisine bir mescid edindiğini tabiînden Ubeyd b. Ya’lâ, Ebû Eyyûb’un mescidine gidip yanına oturduklarını, beraber namaz kıldıklarını ve ondan hadis dinlediklerini aktarmıştı.6 O, cihadı sırasında çevresindeki Müslümanlara faydalı olmak istiyordu. İşte bu düşünceyle Hz. Ebu Eyyub bu hayata veda ederken geride yüz elli beş hadis bırakmıştı.7 Son Nebi’nin o kutlu sözlerinden cihad erlerinin istifade etmesini arzu etmişti.
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin vatanından uzak bir diyarda vefatı Müslümanları üzdü, fakat bu vefat Bizans tarafına da büyük bir gözdağı vermeye vesile olmuştu. İstanbul kuşatması sırasında vefat edip de defnedildiği sabah, orada Bizans imparatoru ile Yezid b. Muâviye arasında uzun bir konuşma gerçekleşti. İmparator, Müslümanlara, “Herhalde geceleyin büyük bir olay yaşadınız” dediğinde, Yezid, Peygamber’lerinin büyük sahâbîlerinden birinin vefat ettiğini ve onun ilk Müslüman olanlardan olduğunu belirttikten sonra şunları söyledi: “Şu gördüğünüz yere onu defnediyoruz. Allâh’a yemin olsun ki onun mezarı açılırsa hâkimiyetimizde bulunan bütün Arap memleketlerindeki çanlarınız kırılır.” Orada bulunan Müslümanlar, bununla Ebû Eyyûb’a gösterdikleri muhabbet ve ihtiramı dile getirdikleri gibi Rumlara da gözdağı vermişlerdi.8
İstanbul surlarına dayandıkları sırada istişhadi bir eylemde bulunan bir sahabi hakkında insanların “kendini tehlikeye atıyor” sözleri karşısında Ebu Eyyub, onları sarsarcasına söylediği “Asıl tehlike Medine’de kalıp mal-mülk ile uğraşmaktır” sözü ile bütün Müslümanlara ciddi bir mesaj bırakmıştı. Cihaddan geri bıracak bir mal-mülk sevdasının Müslümanlar için asıl tehlike olduğunu haykırmıştı. Bunu o günün Müslümanlarına, sahabeyi görmüş ve tanışma şerefini elde etmiş olanlarına söylüyordu. Bu sözüyle Ebu Eyyub ayrıca mü’minlere, dünya mal ve mülkünün Allâh yolunda cihad etmekten daha sevimli gelmesi durumunda Allâh’ın emri gelinceye kadar beklemelerini söyleyen Tevbe 24’ü de hatırlatıyordu. Cihadı terk etmenin tehlikesine işaret ediyordu.
Ebu Eyyub’u kayıtsız şartısız cihad meydanlarına sürükleyen şehadet arzusu onu ta İstanbul’a kadar getirmişti. O günün ulaşım şartları düşünüldüğünde böyle uzun bir sefere tahammül etmek ancak cihad ve şehadete sevdalı bir ruhla gerçekleşebilirdi. Çünkü onları yetiştiren Son Peygamber, “Allah yoluna öldürüleyim, dirilip tekrar öldürüleyim, dirilip tekrar öldürüleyim” şeklindeki bir ruhla onları yetiştirmişti. O’nun etrafında kenetlenmiş bulunan nice sahabiler aynı ruhla uzak kıtalara sırf “fi sebilillah” gayesiyle gittiler. Yolun uzak, düşmanın dünyevi gücü cihetiyle büyük, asker sayısının farklı olması onları bu seferlerden alıkoymadı. Vefatı sırasında yaşı seksene yaklaştığı halde Ebu Eyyub el-Ensari, cihad farizasından geri durmadı ve at sırtında hasta halde son nefeslerini yine Allah yolunda savaşa adadı.
Kaynaklar
1.Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335.
2. İbn Abdilber, el-İstîâb, IV, 1606; Mes’ûdî, Murûcu’z-zeheb, III, s. 33; İbn Asâkir, Tarihu Medineti Dimaşk, XVI, 33, 42, 60; İbnü’l-Esir, el-Kamil, III, 459; İbnü’l-Cevzî, Sıfâtu’s-safve, I, 470; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, I, 246.
3. İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-ferid, V, 129.
4. İbn Abdilber, el-İstîâb, IV, 1607.
5. İbn Asâkir, Tarihu Medineti Dimaşk, XVI, 57.
6 İbn Asâkir, Tarihu Medineti Dimaşk, XXXIV, 330.
7. Bk. İsmail L. Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, s.22.
8. İbn Abdilber, el-İstîâb, IV, 1606.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?