Cenneti Âla’da misafir edilen Âdem (as) bir vesile ile yeryüzüne gönderildiğinde yaşayan tek erkek olarak, verilmiş cezanın affından sonra Havva ile dünyayı tanımaya başladı. Yaşayacakları yurdu inceden inceye araştırırken ve aslında hiç de yabancısı olmadıkları eşyaların, nebatatın, hayvanat ve her türlü mevcudatın daha zayıf ve daha kifayetsiz şekilleriyle karşılarında durduklarını ve tüm bunların kendilerine hayranlık içinde teslim olduklarını gördüler.
Âdem’e ve Havva’ya eşyanın isimlerini öğreten Allahın da yardımıyla uçsuz bucaksız yeryüzünün fatihi olarak yer yer gezip fetihlerde bulundular. Buna keşif demek mümkün değil. Çünkü daha önce bilip durdukları, tanıdıkları ve yabancısı olmadıkları bir âlemdi burası. Yeniden keşfetmeye hiç gerek yoktu. Onları olsa olsa fethediyorlar, kendilerine bağlıyor, benimsiyor ve bir süre sonra kendilerinden bir parça haline getirerek tamamıyla özümsüyorlardı. Sözün tam kemaliyle fethediyorlardı. Peki hiçbir insanın yaşamadığı yeryüzünde fetih nasıl olurdu? Böyle bir fetih mümkün müydü?
Yaratılmış mevcudatın Âdemi bağrına basması, ona tüm varlıklarını arzı endamda bulunması ve hizmetlerine girmesi apaçık bir fetihtir. Mevcudatın koşulsuz teslimiyeti de gösteriyor ki, dünya ve içindekiler Allahın takdirine boyun eğerek Âdeme ram oldular. Âdem a.s. bağışlanmak için tevbe ederken sadece kendisi ağlamıyordu. Sadece Havva da ağlamıyordu. Onlar ile birlikte koca bir varlık âlemi Rableri onları bağışlasın diye niyaz ediyorlardı. Âdem a.s. fethetmişti varlık sıfatıyla süslenmiş yeryüzü güzelliklerinin kalbini.
Fetihlerine nail olmuş bunca yaratılmışın sesli sessiz niyazlarının yükseldiği gökyüzü alemi de bu ağlayışa ortak olmuş, yek ahenk çınlayan gök kubbede bağışlanma arzuları Hakkın bu kullarını affetmesi ile neticeleniyor ve derin bir sessizliğe, huzura ve hoşnutluğa bürünüyordu. Fetih burada kendi ismiyle müsemma olurken, ardından gelecek insanlara da bir miras kalıyordu. Kimi zaman silah gücüyle, kimi zaman gönüllerin fethi ile yapılacak olan fetihlerin resmi çiziliyordu ötelerden…
Peygamber âşıkları, maşukun gizem dolu manyetik alanına girdiler. Kabaran ruhlarından yükselen alevler sinelerinde yandı. Ateşe atılan kelebekler misali, yok oluşta varlığı aradılar. Her sözlerinde ürperen benliklerinin eğilip boyun bükecek saflığa ulaştı. Acziyet içinde yüreklerini avuçlarında teslim etmeyi yapılacak en doğru iş telakki edip, nefis denilen vahşi varlığın bu teslimiyet karşısındaki zelil oluşunu şaşkın gözleriyle seyrettiler. Fethedilen kalpleri değildi sadece. İhtişamın kuşattığı insanlık âlemi, eğilmez addettikleri nefis putunun secdelerdeki halini taşıdı bu günlerimize. Mekke’nin Fethedilişindeki ruh, dize gelen kokuşmuş heva ve hevesleri iflas ettiren erdemli oluş… Kullukta zirveye yükselişin bayrağı… Merhametin, sünnetullaha uygun atılan adımların, kardeşliğin ve istikbalde insanlığa emniyet içinde güzel hayatlar vaat edişin sesiydi.
“Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.
Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir. Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.” Fetih Suresi 1-3
Bütün fetihler Allahın kullarından layık olana ihsanıdır. Fetih için bu nimete erişmek adına beklenen tüm çabanın ortaya konmuş olması ve lüzumlu tüm hazırlığın yapılması gerekir. Fetih ise bu gayretkeşliğim ödülüdür. Çok yorulmak ve azim dolu uğraşlar vermek gerekir öncesinde.
Kullukta, insanlığa bakış açısında, amaçta ihlâslı olmak ve bunu niçin istediğinden emin olmak gerekir. Adını tarihe altın harflerle yazmak için ve muhteşem bir imaj bırakmak için atılan adımlar sonuç getirmeyecek, zafer gibi görünen geçici başarılar kısa bir süre sonra hezimete dönüşecektir. Gaye Allah ve onun rıza olursa, insanlığın mutluluğu ve güven içinde kulluklarını ifa etmek için yeni bir dünya oluşturmak olursa o zaman iş değişir ve Allahın yardımı kullarının üzerine vacip olur.
Yirmi dokuz defa kuşatılan İstanbul’un fethi çok zor bir sürecin başlangıç noktasına dönüştü. Kuran da 29 ayetle ifadesini bulan fetih suresi Hazreti Muhammed’e nasip edilen fetihleri ifade ederken 29. Kuşatmada Fethedilebilen İstanbul şehrinin önemi daha çok önem kazandı. En çok kuşatılan ve en zor fethedilen şehir oldu İstanbul. İlk kuşatılması Hz. Muaviye döneminde gerçekleşti. Öncesinde İstanbul’un fethini hadisleriyle teşvik eden hazreti Muhammed’in bu fethi kamçılayıcı, teşvik edici hadisleri vardır.
Hz. Peygamber (sav) döneminde en önemli iki imparatorluktan biri Sâsâni, diğeri ise Bizans İmparatorluğuydu. Asr-ı Saadet’te Müslümanlar Mute ve Tebük’te Bizans ordularıyla mücadele etmişlerdi. İstanbul’un Fetihten yaklaşık olarak sekiz asır önce Hz. Peygamber (sav): “Kostantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden kumandana ve askerlerine ne mutlu!” mealindeki hadîs-i şerifiyle bu şehrin fethedilmesi cihetinde ümmetine hedef tayin etmişti. Bu müjdesinde ‘kumandan ve askerleri’ özellikle zikretmiş olması, buranın davet veya sulh gibi yollarla değil, ancak askerî bir mücadele ile fethedilebileceğine işaret ediyordu. Daha sonra hilâfet makamını temsil eden idareciler, bunu emir telakki etmiş ve fetih şerefine nâil olmak amacıyla seferlere girişmişlerdi.
Bir sis bulutu çökmüştü Fatihin düşünce çatısına. Aralamak ve berrak gökyüzünü görmek bir türlü mümkün olmuyordu. Daha önce İstanbul’u fethetmek arzusuyla türlü girişimlerde bulunan ataları bunu başaramamış ve Hazreti Peygamberin müjdesine nail olamamışlardı. Bu lutfa ermek ve şiz kumandan olup “mübarek” sıfatına, peygamber efendimizin müjdesine layık olmak arzusu onu kasıp kavuruyordu.
Farklı yöntemler denemek ve daha önce hiç kimsenin yapmadığı yapmak, düşünemediğini düşünmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu nedenle uykuları kaçtı. Hiçbir şeyden zevk alamadı. Hiçbir iş onu tatmin etmedi. Tüm varlığıyla fethe odaklanarak Bizans İmparatorluğuna ağır bir darbe vurup Peygamber Efendimizin muradını gerçekleştirmek istiyordu Fatih Sultan Mehmet. İslam dünyasının bağrında bir kambur gibi duran ve cerahat saçan “Bizans”, tehdit unsuru olmaktan ve akacak enerjimizin önünde engel olmaktan çıkarılmalıydı. Bunun yolu da fethetmekten geçiyordu İstanbul’un.
Âdemin dünya fethi, Hazreti Muhammed’in Mekke’yi Fethi ve Rumları uğrattığı hezimet Fetih adına ona umut verici ve irşat edici önem taşıyordu. İstanbul mutlaka alınmalı ve İslam’ın hizmetine sunulmalıydı. Allah Fethi mübini her kese nasip etmiyordu. Şöyle buyuruyordu Allah Azze ve Celle: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir. Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.” Fetih Suresi 1-3
Birinin geçmiş ve gelecek günahlarını af etmek isteyen Allah, o kulunu bu hayırlı sonuca götürecek amellere teşvik ediyor, ona fethi de ihsan ederek zaferle kutlu bir sona ulaştırıyordu.
Bugün yeni fetihlere muhtacız. Kirletilen dünyamızda şehirler asaletlerinden, insanlık onur ve haysiyetlerinden, dünya arı ve duruluğundan uzaklaştırılmıştır. Kan ağlayan, açlıkla ve sefaletle pençeleşen zavallı bir dünya görüntüsü, gözlerin görebildiği tüm alanları kuşatmıştır. Duygular iflas etmiş, merhamet çoktan yaşadığımız mekânları terk etmiş, bencillik zihinleri istila etmiştir. Kötülük odaklarının kol gezdiği, iyilik duygularının mahkûm edilip zincirlere bağlandığı asrımızda Fetih önemli bir başlangıç olacaktır. Şimdi yeni Fatihlere ihtiyacımız var. Hasta dünyanın kırık kalbine saplanmış hançeri çıkaracak, Kuran şifasıyla insanlığı deruhte edecek kutlu ellerin okşayacağı ve yeniden Allahın izniyle hayat vereceği bir dünyada, yeniden fethedilmiş bir dünyada kulluk yapmak, Hazreti Peygamberi (sav) yaşamak kim bilir ne güzel olacak.

Nihat Öner

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?