Gerek ferdî gerekse ictimâî planda olsun Müslümanın hayat tarzı olarak ifade edebileceğimiz fıkhın, Müslümanın içinde bulunduğu çevreden, onun kültüründen, hatta onun içinde yaşadığı zaman ve mekândan; kısacası onun gerçek hayatından bağımsız olarak oluşması ve düşünülmesi mümkün değildir. Aynı şekilde fıkhın zikrettiğimiz faktörlerden kopuk olarak yaşamasını sürdürmesi de düşünülemez. Başta sahâbeler olmak üzere müçtehit fakihlerin, bilhassa naslarda hükmü bulunmayan olaylar için farklı içtihatlar ortaya koymaları bunun en bariz göstergelerindendir. Karâfî’nin (ö. 1285) fakihlere bu yöndeki şu tavsiyeleri önem arz etmektedir: “Her zaman önceki kitaplarda yazılan hükümlere bağlı kalmamalısın. Şer’î bir hükmün konulmasında etkisi bulunan bir örf yenilenir veya ortadan kalkarsa bunu dikkate almalısın ve ona göre söz konusu hükmü tekrar gözden geçirmelisin. Yabancı birisi bir mesele hakkında senden fetva isteyince kendi örfüne ve kitaplarınızda yazılan fetvalara göre hüküm vermemelisin. Onun memleketinin örfünü öğrenmeli ve ona göre fetva vermelisin.”

Esasen fıkıh tarihi boyunca her devirde, zaman ve şartların değişmesine bağlı olarak daha önce bulunmayan güncel/yeni meselelerin vuku bulması kaçınılmaz olmuştur. Her devrin müçtehit fakihleri de yeni ortaya çıkan bu tür meselelerin şer’î hükümlerini tespit etmeyi zorunlu bir görev telakki etmiştir. Nitekim İslâm, herhangi bir coğrafî bölgeye, zamana veya ırka özgü bir din değildir. Bütün insanlığa hitap eden evrensel bir dindir. İslâm dininin evrensel olması ise ona bağlı hukukun da her zaman ve coğrafyada yaşayan ve farklı gelenek ve kültürlere sahip her milletin problemlerine çözüm getirecek nitelikte esnek olmasını gerektirir.

Fıkıh hükümleri, her zaman dünyanın her yerinde herhangi bir sıkıntı olmadan uygulanmaya elverişli olmalıdır. Bu da ancak onun farklı ortam ve şartlara uyum sağlayan ilkelere sahip olup vuku bulan her olaya çözüm üretmeye elverişli olmasıyla mümkündür. Şer’î hükümlerin kaynaklarının çeşitli ve fazla olması, fıkhın her zaman ve her yerde kullanılabilir esneklikte olduğunun göstergesidir. Zira, fıkhın kitap ve sünnetin nasları ve icmâ başta olmak üzere kıyas, istihsân (daha kuvvetli bir delile binaen genel kuraldan vazgeçmek), mesâlih-i mürsele (muteber olup veya olmadığına dair bir delil bulunmayan maslahata), istishâb (sabit olan bir hükmün aksini gerektiren bir delil bulunmadıkça sonrasında da onun mevcut olduğuna hükmetmek), sahâbe sözü, sedd-i zerâi’ (kötülüğe giden yolun kapatması) ve örf gibi müteaddit kaynak ve yöntemlere sahip olması, onun yeni gelişmelere bağlı olarak meydana gelen olaylara çözüm olabilecek esneklikte olmasını sağlamaktadır.

Şer’î hükümleri muhtevi kitap ve sünnet naslarının pek çoğunun genel ilkeler şeklinde konulmuş olması da gelişen hayat şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan yeni olaylara çözüm üretmek için ilgili âlimlerin içtihat etmelerine büyük imkân sağlamıştır.

Günümüzde önceki dönemlerde bulunmayan pek çok yeni mesele ortaya çıkmıştır. Hatta sosyal hayatın tüm alanlarında daha önce hiç olmadığı kadar yeni gelişmelerin yaşandığı günümüzde “güncel mesele” gerçeği daha yoğun olduğunu diyebiliriz. Nitekim günümüzde bilimsel ve teknolojik gelişmeler ön görülmeyen bir şekilde gelişmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak sosyo-kültürel yapılardan ekonomik ve ticarî ilişkilere kadar hayatın her alanında köklü değişimler yaşanmaktadır. Bu gelişmeler, daha önce şer’î hükümleri belirlenmiş pek çok meselenin yeniden ele alınmasına neden olduğu gibi şer’î açıdan çözümlenmesi gereken birçok yeni meselenin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Ancak çoğumuz tarafından bu tür olayların şer’î yönlerine ihtimam gösterilmeyip hükümleri bilinmemektedir. Hâlbuki her Müslüman birey üzerine düşen en önemli görev, ilim erbabından şer’î hükmünü öğrenmeden bu tür meselelerden uzak durmaktır. Zira her mükellef Müslüman, meydana gelen her olay ve mesele hakkında mutlaka yüce Şâri’in (şeriat koyucu olan Allah’ın) muradına uygun bir hükmün var olduğu inancında olmalıdır. Çünkü İslâm’ın evrensel bir din olması, getirdiği hukukun değişen şartlara uyum sağlayacak esneklikte olmasını gerektirir.

Farklı kavramlarla ifade edilen “güncel mesele” olgusu mahiyet itibarıyla üç şekilde meydana gelmektedir:

a) Sosyal hayatta yaşanan değişim ve gelişmeler neticesinde illetlerinin (hükmün konulmasına neden olan vasıf) değişmesiyle veya ortadan kalkmasıyla hükmü değişen meseleler. Daha önce var olan bu tür meselelere, hükümlerinin değişmesine neden olan faktör dikkate alınmak suretiyle maslahata uygun yeni bir hükmün verilmesi esastır. Onları eski hükümleri üzerinde değerlendirmek maslahat uygun düşmediği gibi birçok sıkıntılara sebep olma ihtimali da bulunmaktadır. Güncel meselelerin bu türü için şu mesele örnek verilebilir: Önceki fakîhler, gayr-i menkûlün teslim alınmasında anahtarının müşteriye teslim edilmesini şart koşup mülkiyetinin müşteriye bu şekilde yapılması gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak günümüzde bu tür mallar için tapu kaydı düzenlendiği için onların tesliminde anahtarlarının müşteriye teslim edilmesi uygulaması yeterli görülmeyip onun mülkiyetinin devri tapu belgesiyle yapılması gerektiğine hükmetmişlerdir.

b) Daha önce hükümleri belirlenmiş birkaç fıkhî meseleden oluşan meseleler. Yeni bir formatla ortaya çıkan bu gibi meselelerin çözümü kendilerinden müteşekkil eski meselelerin geçerli olmasında rol oynayan şart ve ilkelere riayet etmekle mümkündür. Güncel meselelerin bu türü için katılım bankalarının murâbaha akdi örnek olarak gösterilebilir. Şöyle ki, katılım bankası, müşterisinin talep ettiği ürünü, o ürünün sahibi olan satıcıda tedarik eder. Daha sonra banka, ürünü aldığı fiyat üzerine belli bir kâr koyarak müşterisine taksitle satar. Bu örnekte şu üç eski akit türü cereyan etmektedir: 1. Banka ile ürün satıcısı arasında meydana gelen alış veriş akdi. 2. Müşterinin, banka tarafından satın alınan ürünün kârlı olarak satın alacağına dair bankaya vaatte bulunması. 3. Bankanın söz konusu ürünü taksitle satması karşılığında müşterinin, onun peşin fiyatı üzerine bir miktar kârı bankaya vermesi. Bu muamelenin sahih olabilmesi için onun mürekkep olduğu eski her üç muamelenin fıkıh eserlerinde belirtilen şart ve kurallara göre yapılmış olması gerekir.

c) Eski dönemlerde vuku bulmuş olup şer’î hükmü belirlenmiş olmasına rağmen günümüzde farklı isimlerle ortaya çıkan meseleler. Bunu bir örnek ile açıklayalım: Günümüzde faizin kredi veya başka isimler ile isimlendirilmesi gibi meseleler farklı adlarla anılsa da mahiyet itibarıyla faiz olduğundan onun hükmünü almaktadır. Bunun için farklı bir hüküm terettüp edemez. Bilhassa bu gibi durumlar karşısında her Müslümanın uyanık olması istenmektedir. Zira şer’î hükümlerin ortadan kalkması amacıyla yapılan bu tip hilelere karşı dikkatli olunmadığı takdirde harama düşmek kaçınılmaz olur.

d) Daha önce bilinmeyen, fıkhî açıdan belirlenmiş benzer bir hükmü olmayan ve yeni ortaya çıkan meseleler. Güncel mesele olgusunun çoğunu teşkil eden bu tür meselelerin çözümü, diğer şekillerin çözümünden daha zor olmaktadır. Dolaysıyla ilgili âlimler tarafından daha titiz bir biçimde incelenmeli ve hükümlerin belirlenmesinde acele edilmemelidir. Hatta bunların fıkhî çözümü, ferdî içtihatla değil içtimaî içtihatla yapılmalıdır. Organ nakli, tüp bebek, manevî haklar gibi insanlar tarafından yeni bulunan meseleler, buna örnek olarak gösterilebilir.

Fıkıh alanında söz sahibi olmuş muasır âlimler, yeni ortaya çıkan meselelerin şer’î hükümlerini tespit etmeyi önemli bir görev belleyerek bunun için var güçleriyle çalışmaktadır. Ancak sözü geçen âlimlerin tümü bu konuda aynı yaklaşımda oldukları söylenemez. Bazı âlimler farklı yaklaşımları benimsemişlerdir. Buna göre muasır fakihlerin şu üç yaklaşımından söz edilmektedir:

a) Güncel meselelerin tek bir mezhebin birikimine bağlı kalarak çözülebileceğine düşünenlerin yaklaşımı. Bu metodu izleyenlere göre yeni meydana gelen her meselenin hükmü, belli bir mezhebin içtihat ve görüşlerinden tahrîç edilmesiyle mümkündür. Mezhebi taassupçuluk, nasların zahirine bağlı kalmak ve sedd-i zerâî’ prensibinin kullanımında aşırı olmak bu yaklaşımın belli başlı özellikleridir. İnsanları tek mezhebe mahkûm ederek dinde sıkıntı ve zorlukların meydana gelmesine sebebiyet verdiğinden bu metot tasvip edilmemektedir.

b) Güncel meselelerin çözümünde her zaman kolaylık ilkesini ön planda tutan yaklaşım. Kolaylık ilkesi fıkhın esnekliğine uygun düşen bir ilke olsa da bu ilke gelişi güzel bir şekilde kullanılmamalıdır. Şâri’in maksadına uygun biçimde amel edilmelidir. Dolayısıyla şâri’in maksadını aşmak suretiyle kullanılan kolaylık, şer’î hükümlerin tespitinde ihmal ve dikkatsizliğe sebebiyet verdiğinden kabul görmemektedir. Bu yaklaşımın belli başlı özellikleri şunlardır: Maslahat ve ruhsat prensiplerinin gereğinden fazla kullanılması ve sonucunun caiz, haram veya mekruh olduğuna bakılmaksızın şer’î hilelere başvurulmasıdır.

c) Güncel meselelerin çözümünde ifrat ve tefritten uzak durup orta yolu seçen yaklaşım. Bu yaklaşımı benimseyen âlimler, mezhep ayrımı gözetmeksizin klasik fıkıh birikiminden istifade etmekle beraber gerektiğinde yeni içtihatlar yapmaktan geri durmazlar. Aynı şekilde kolaylık ilkesini şâri’in maksadına uygun biçimde sadece mükellefi darlıktan kurtarmak amacıyla kullanırlar. Sözü edilen yaklaşımı izleyenler güncel meselelerinin hükümlerinin belirlemesinde şöyle bir yöntemi takip etmektedir:

Öncelikle yeni vuku bulan bu tür meselelerin şer’î hükmünü belirlemek için kitap ve sünnete başvururlar. Bu kaynaklarda bulamadıklarında hükmünü öncekilerin icmâ ve uygulamalarında ararlar. Bunlarda da bulamadıkları zaman naslarda benzerleri olup olmadıklarına bakaralar. Benzerlerini naslarda bulamadıklarında önceki âlimlerin benzer meselelere verdikleri hükümleri tahriç ederek bu yeni meselelerin hükmünü açıklarlar. Bunlarda da bulamadıklarında maslahat faktörünü dikkate alarak kendi içtihatlarına göre hüküm verip olayı hükümsüz bırakmazlar.

Yukarıda zikrettiğimiz yaklaşımlar arasında son yaklaşım ilim erbabınca kabule mazhar olmuştur. Ancak hemen şunu belirtmemiz gerekir ki gerek eski müçtehitler gerekse günümüz müçtehitlerinin hiçbiri, hiçbir zaman kendi içtihadını şer’î hükmün kaynağı olarak görmüş değildir. Şu veya bu şekilde ortaya koyduğu hükmü şer’î bir delille irtibatlandırmaya çalışmıştır. Zaten İmam Şâfiî’nin “İlim/delil olmadan hiç kimse bir şey için helal veya haramdır diyemez. İlim ise Kitap ve sünnet haberleri, icmâ ve kıyastır.” şeklindeki ifadesi tam olarak buna işaret etmektedir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?