Zamana çok şey sığdırmaya çalıştıkça huzursuzluğumuz da artıyor. Çünkü bazı görevlerimizi yerine getiremeyeceğimizden endişe ediyoruz. Korkuyoruz. Zihnimiz yoruluyor. İşler, işler, işler… Hep işler. Bitmeyen biteceği sırada yerine yenisi eklenen, katlanarak artan işler…

Üzerine çok şey yazıldı zamanın. Çok söz söylendi, çok şiir yazıldı. Bildiğim şu ki, zaman akıp gitmekte olan sermayedir. Kapabildiğin senin, akıp giden ise zarar-ziyanın… Elbette tam anlamıyla kazanamazsın. Zamanın tamamı senin olamaz. Bu mümkün değil. Heba olan olacak. Sen durup dinlendiğinde bile zaman akıp gitmektedir çünkü. Bir de zaman içinde yapmamız gerekenler var. Bir günümüz yirmi dört saattir. Maharet bu süreyi kırk sekiz satmış gibi değerlendirebilmektedir.

Şiir Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek şöyle der Zaman adlı şiirinde;

Nedir zaman, nedir? / Bir su mu, bir kuş mu?

Nedir zaman, nedir? / İniş mi, yokuş mu?

Tanımlamaya çalışır kendince. Bir şeylere benzetmeye çalışır zamanı.

Bir sese benziyor; / Arkanız hep zifir!

Bir sese benziyor; / Önünüz tüm kabir!

Belki de bir hırsız; / İzi, lekesi var.

Belki de bir hırsız; / O yok, gölgesi var.

Şüphesiz Necip Fazıl da bilir ki, zaman ne ses ne hırsız. Ses de hızsız da zamanda ifadesini bulur. Zaman yar olur, yaralara merhem olur. Zamanı hor kullanan ağyar ve hırsız olur. Zamanda izler kalır, iz bırakan kalır. İzi olmayanın ne sesi ne sözü kalır. Ne adı, ne sanı kalır. Er olan iz bırakır, kulaklarda yankı bulan tatlı söz bırakır. Tatlı söze götüren yol isterseniz,
Kur’an-ı Kerim’i açın ve okuyun. Çünkü onu okuyanın yüreğinde ne elem kalır, ne de öfkeden eser… Zamana ne çok şey sığdırmamız gerekiyor. Doğduğumuz günden ilkokul çağına kadarki zaman, en özgür olduğumuz zamanlar. Ondan sonra sorumluluklarımız başlıyor. Dilediğimiz gibi kullanamayacağımızı öğrendiğimiz zamanın önemini kavramaya başlıyoruz. Derken karşımıza okul çıkıyor. Okul denen mefhum. Öğrenci oluyoruz. Kolumuza öğrencilik nişanı takılıyor. Bir bilezik gibi, saat gibi, kulağımıza küpe gibi…

Artık okumamız gereken kitaplarımız, yapmamız gereken ödevlerimiz, çalışmamız gereken notlarımız oluyor. Her biri zaman zaman beynimizin zonklamasına yetecek ölçeğe ulaşıyor. Kendimizi cezalı gibi gördüğümüz, mahrum edilmiş ve hayattan tecrit edilmiş görüyoruz. Aynı zamanda ömür boyu bitmeyecek sorumluluk zırhına giriyoruz. Bunu önceleri çok istiyoruz. Lakin sonraları istemezsek de olmuyor. Artık vakit çok geç. Hem istememek gibi bir lüksümüz de yok artık. Var mı? Böyle dediğime bakmayın. Dünyanın en güzel şeyidir sorumluluk. İnsan doğası bunu yapacak, kaldıracak güçte yaratılmıştır. İnsanoğlu sorumluluk ister. Hatta verilmezse zorla almak dahi ister. Çünkü sorumluluğunu yerine getirdiği vakit, alacağı bir haz vardır. Bu hazzı vücudumuzun ihtiyacı olan bir vitamin gibi düşünün. Yemek ihtiyacı gibi düşünün. Vücudumuz bununla mutlu olmak ve manevi olarak doyuma ulaşmak ister. Allah’ın kendisinden razı olmasını umar. Amiri olan kişinin kendini takdir etmesini arzu eder. Anne ve babasının kendisine aferin demesini bekler. Zamana çok şey sığdırmaya çalıştıkça huzursuzluğumuz da artıyor. Çünkü bazı görevlerimizi yerine getiremeyeceğimizden endişe ediyoruz. Korkuyoruz. Zihnimiz yoruluyor. İşler, işler, işler… Hep işler. Bitmeyen biteceği sırada yerine yenisi eklenen, katlanarak artan işler…

İşte önem sırasına koyup kapladığı alana göre dizayn etmediğimiz sürece illa bitiremeyeceğimiz işlerin de olabileceği düşünüldüğünde, hafızamızın beklide en önemli işimizi sistem dışına attığına tanık oluyoruz. Keder hormonumuz artıyor. Sonra türlü hastalıklar.
Bizim için hayati olan nedir? Ne yapmalı ve ne yapmamalıyım? Dünya işlerime ne kadar zaman ayırmalıyım? Bu sorularımıza cevap olacak cümleler sizin de tahmin ettiğiniz gibi bizi ciddi bir disipline sevk edecek olan cümlelerdir. Hayatımıza çeki düzen vermemizi gerektirecek yanıt, Kuranda da ifadesini bulur. Yeryüzüne gönderiliş gayemizin kulluktan ibaret olduğunu belirten Rabbimiz bununla ne demek ister? Elbette ki ölçülü olmayı ve taşkınlık yapmadan bir yaşam profili çizmeyi… Sade, çok zaman harcatmayacak, enerjimizi bitirmeyecek bir hayat. Ağırlık noktamızı insanlığı irşat etmeye ve bireysel gelişimimizi kulluk doğrultusunda kullanmaya sevk edecek bir kulpa tutunmayı öngören kitapta zikredilen hayat… “Sermayesi eriyen adama acıyın” der, buz satan adam. Satın alınmazsa adam elindeki sermayeden olacak ve zarar edecek. Biz daha çok acınacak durumdayız aslında.

Zaman sermayesi akıp giderken, böyle bir feryadı kaç kişi kopardı şimdiye kadar? Kaç kişi ah etti zaman ziyan oldu diye. Aksine zamanını öldürüp katletmek için uğraş veren insanlarımız doldurdu yerküreyi. Zamanı heba etmek için icat edilen oyunlar, eğlenceler, bomboş uğraşlar… Bunu en iyi yapana da ödül verecek kadar kendimizi kaybettik. Dünyamızı imar etmeye çalışırken harcadığımız zamanı düşünün. Kendimizi tezkiye için kaç zaman harcadığımıza da bir bakalım. Ruhumuzu arındırmak için, sükûnete ulaşmak ve mutmain olmak için yaptıklarımıza… Ölçü kaçarsa, terazinin dengesi bozulur. İbre şaşar ve problemlerle boğuşma dönemi başlar bizim için. Bu dahi zamanımızı alır ve zaman denen zenginliğimizi yok etmemize neden olur. Şimdi zamana dönme zamanı. Anı an yapan eylemlerle donanma zamanı. Kitaba dönersek bunu başarabiliriz. Kitaba yönelirsek, onda bunun şifreleri mevcut. Kâinat kitap, insan kitap… Bir kitap daha var ki, ondan bize olunur hitap. Kuran… Bütün kitapların kaynağı, kilit taşı, pusulası…

Kendimize yönelme zamanı. Vakit, bu vakit… Yarın geç, yarın demeyi de geç. İçinde bulunduğun anı en iyi değerlendirmeye bak. Göreceksin ki, ne yorulur insan, ne bıkar. Aslına bakarsan insanı amaçsızlık ve ilkesizlik yorar. Senin bir hedefin var mı? Zamanın değerini en iyi sen bilirsin. Zira altının değerini en iyi bilen kuyumcudur. Hazreti Peygamber Efendimizin bizi bu noktada şekillendiren ifadesi; “İki günü eşit olan ziyandadır.”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?