Davet, bir tohum; şahadet ise bir filizdir… Davet, bir iddia; şahadet ise bir ispattır… Davet, hakka çağrı; şahadet ise hakka yürümektir… Davet, halkı hak ile buluşturma gayreti; şahadet ise hakk ile buluşma heyecanıdır… Davet, başkası için yaşama sevdası; şahadet ise kendini Allah’a adama sanatıdır… Davet, inancın sesi; şahadet ise bu inancın çığlığıdır… Davet, bir aşk; şahadet ise bir izdivaçtır…
Allah (cc) tarafından gönderilen her peygamber, davet ve tebliğ ile görevlendirilmiştir. Kuran’ın birçok ayetinde mükerrer ifadelerle peygamberlerin kavimlerine şunu söylediği beyan edilir: “Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum…” (A’raf, 62) Gönderilen peygamberlerden bazıları, lime lime doğranma pahasına da olsa, bu vazifelerini yerine getirmekten geri durmamıştır. Allah (cc) Peygamberimiz dâhil hiçbir peygamberi, daveti yerine getirmeme ya da getirememe konusunda mazur görmemiştir. “Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur…” (Maide, 67) buyurması, biz Müslümanlar için de ciddi bir uyarıdır. Allah (cc), hicret emri vermeden peygamber dahi olsa; davet görevinin aksatılmasını ve davet sahasının terk edilmesini kınamıştır. Zünnun’u (balık sahibi Yunus’u) da hatırla. Hani o, öfkelenerek gitmişti de, bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: “Senden başka ilâh yoktur, sen münezzehsin, Şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum” diye seslenmişti. (Enbiya, 87)
Davet sahasını ve bu sahadaki davet mücadelesini bu derece önemseyen, hamaset ve şecaat bekleyen Rabbimiz; cihad için de benzer uyarılarda bulunarak, bu alandaki ihmalkârlığın, “Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder…” (Tevbe 40) tembelliğin, “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda cihada çıkın.” denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız.” (Tevbe, 38) ve kaçışın, “ Ey iman edenler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.” (Enfal, 15) -ayetlerde belirtildiği üzere- Allah’ın gazabına sebep olduğu bildirilmiştir.
Maalesef namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, zekât vermediği ve hacc etmediği için cezalandırılacağını düşünen Müslümanlar; davet görevini yerine getirmediği için de Allah’ın azabına maruz kalacağını idrak edememektedirler. “Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk ve artık uyar.” (Müdessir, 1-2) ayetleri indikten sonra çalmadık kapı, uyarılmadık insan bırakmayan Peygamber (s.a.s); Hz. Hatice’nin: “Ey Allah’ın Peygamberi! Biraz dinlensen olmaz mı?” teklifine; “dinlenmeye vakit yok” “Vazgeç bu davandan” diyen müşriklere de: “Vallahi Güneş’i sağ elime Ay’ı da sol elime verseniz, yine de bu davamdan vazgeçmem” cevabını vermiştir.
Evet, davet bu aşk, bu metanet ve bu şuurla olmalı… Daveti bu aşkla yapanlar, son nefese kadar sebat edip değişmemişlerdir… Daveti bu heyecanla sürdürenler, toplumları değiştirip insanları ihya etmişlerdir… Daveti bu şekilde özümseyip önceleyenler şahadetleriyle, anlattıklarına şahitlik etmişlerdir… İmam El Benna’ya şehid edilmeden kısa bir süre önce bir arkadaşı: “Üstadım! Biraz dinlenseniz olmaz mı?” deyince, İmam El Benna: “Aziz Kardeşim! Öldükten sonra hem uyur, hem dinlenirim” cevabını vermiştir.
Yüklendiği misyon ile; yaşadığı dine şahitlik eden davetçi, “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık.” (Bakara, 143) ayeti gereği, rol model bir hayat sürdürme zorunluluğundadır. Veda Hutbesi’nde Peygamber (s.a.s): “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” buyurduğunda, sahabeler hep birden şöyle dediler: “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!” Bunun üzerine Peygamber (s.a.s) şahadet parmağını kaldırıp, sonra da cemaatin üzerine çevirerek şöyle buyurdu: “Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab! Şahid ol, yâ Rab!” Tüm insanlara şahit olarak gönderilen Peygamber (s.a.s)’ın hayatını bir film şeridi gibi gözümüzün önüne getirelim. Son ana kadar karnı doymayan, rahat bir uyku uyumayan, çadır çadır, kapı kapı davette bulunurken taşlanan, bir gazveden diğerine koşan, fetanetiyle iç ve dış tehditleri ortadan kaldırmaya çalışan Peygamber (s.a.s), şahitlik görevini en güzel şekilde yerine getirip refiki alaya kavuştu.
Şimdi kendimize dönüp soralım: “İnsanlara şahit olması gereken bizlere; kaç kişi şahit olur?” Acaba toplum, Rabbimizin huzurunda bize şahitlik mi eder, bizi Rabbimize şikâyet mi eder? İtiraf etmeliyiz ki, davet alanında elimizdeki bunca imkâna rağmen bir kısır döngü içerisindeyiz. Ciddi eğitimler almış, bilinçlenme sürecini tamamlamış bunca Müslüman’ın, toplumu İslamileştirme sürecine katkı sunmaması anlaşılır gibi değil! Davet edilecek insanların davet edilmeye hazır olması; ama davetçilerin bir türlü davete hazır hale gelmemesi ne kadar da hazin bir durumdur! Davete muhtaç, gaflet içinde, İslam’dan bi haber yaşayan bunca Müslüman evladı varken; işin bilincinde olan Müslümanların davet konusunda tembel ve vurdumduymaz davranması, davet vazifesinden kaçması korkunç bir musibettir. Yahudilerin lanetlemesinin bir sebebi de; davet konusundaki ciddiyeti terk etmeleri değil miydi!
Taberani, Alkame’den şu hadisi rivayet etmiştir: Bir gün Rasulullah (s.a.s) hutbeye çıkıp bazı kimselerden övgüyle söz etti, sonra da şöyle buyurdu: “Bazı kimselere ne oluyor da komşularına dini öğretmiyorlar, onları bilgilendirmiyorlar, onlara öğüt vermiyorlar, kendilerine bir şey emretmiyor ve onları bir şeyden sakındırmıyorlar? Yine bazı kimselere de ne oluyor ki, komşularından bilgi sormuyorlar? Onlardan dini öğrenmeye çalışmıyorlar, onlardan öğüt almıyorlar? Vallahi ya (kastedilen) kimseler komşularını bilgilendirirler, onlara dini öğretirler, onlara öğüt verirler (iyilikleri) emreder, (kötülüklerinden) sakındırırlar; diğerleri de komşularından bilgi alırlar. Onlardan dinlerini öğrenirler ve onlardan öğüt alırlar yahut onları cezaları çok yakın olacaktır.” Rasulullah (s.a.s) bunları söyledikten sonra hutbeden indi. Bazıları sordular: “Bununla hangi topluluğu kastettiğini anladınız mı?” İçlerinden biri: “Bunlar Eş’arilerdir, onlar, bilgili bir topluluktur.” dedi. Bunun haberi Eş’arilere ulaştı ve ardından Rasulullah (s.a.s)’in yanına gelerek “Ya Rasulullah (s.a.s)! Bazı kimselerden övgüyle söz etmiş, bizden ise yergiyle söz etmişsiniz. Bizim durumumuz nedir? (bizim yerilmemize sebep nedir?)” diye sordular. Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: “Vallahi bazı kimseler komşularını bilgilendirirler onlara öğüt verirler, (iyilikleri) emrederler, kötülüklerden sakındırırlar; diğerleri de komşularından bilgi alırlar yahut kendilerinin cezalandırılmaları çok yakın olacaktır.”
Bunun üzerine Eşa’ariler: “Ya Rasulullah! Biz, bizden başkalarını mı zeki ve kavrayışlı yapacağız?” dediler. Rasulullah (s.a.s) yine aynı sözü tekrarladı. Gelenler yeniden: “Biz, bizden başkalarını mı zeki ve kavrayışlı yapacağız” sözünü tekrarladı. Bu kez: “Bize bir yıl süre tanı” dediler. Rasulullah (s.a.s) de onlara, komşularına ilim öğretmek ve onları din konusunda bilgilendirmeleri ve onlara öğüt vermeleri için bir yıl süre tanıdı. Sonra şu ayeti kerimeyi okudu: “İsrâiloğullarından küfre sapanlar hem Davut’un hem de Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişler, sınırı aşmışlardı. Onlar birbirlerini yaptıkları kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapa geldikleri şey ne kötü idi!” (Mâide, 78-79)
Selef, İslam’ın davet konusundaki mesajını ve davete verdiği ehemmiyeti çok iyi kavramıştır. Ahmed bin Hanbel’e, kişinin zamanını namaz, oruç ve itikâfla geçirmesi mi faziletli; yoksa bidat ehlini davet etmekle mi? diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Kişinin namaz kılması, oruç tutması, itikâfa girmesi kendisiyle ilgili ibadetlerdir. Oysa ümmeti ilgilendiren konularda mücadele etmek, kişisel ibadetlerden daha faziletlidir.” Abdullah bin Mesud, inziva gayesiyle Kufe’yi terk etmek isteyen bir gruba gider ve çıkış nedenini sorar. Onlar da insanların hatalarından dolayı kendilerini ibadete vermek istediklerini söylerler. Bunun üzerin İbni Mesud, “yaptığınız uygun değildir, herkes sizin gibi düşünse davet, tebliğ ve cihadı kim yerine getirecek demiştir?” Talha bin Ubeydullah, “evinde oturup tebliği terk etmek, Müslüman’a ayıp olarak yeter” derdi. İmam-ı Gazali, “günümüzde evinde oturmayı tercih etmek vebaldir. Böyle yapan vacip olan davet ve irşadı terk ederek vebal işlemiş olur” demiştir. Ömer bin Abdulaziz, davetin girmediği beldelerin halkıyla savaş yapılamayacağına hüküm vermiştir. Bundan dolayı, Müslümanların elinde 7 yıl kaldığı halde Semerkand’ı geri vermiştir. Çünkü kentin müşrik halkı, Ömer bin Abdulaziz’e gelerek Kuteybe’nin kendilerini İslam’a davet etmeden şehirlerini aldığını söylemişlerdi. Ömer bin Abdulaziz de bu şikâyeti haklı bularak, kenti kendilerine teslim etti. Bu eşsiz hareketi gören halkın çoğu kendiliğinden Müslüman oldu.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar arasına karışıp da onların eziyetlerine sabreden mümin, insanlara karışmayan ve eziyetlerine sabretmeyen kimseden daha hayırlıdır.” (Tirmizi)
“Kıyamet günü Hz Nuh as’a bile; “risaleti tebliğ ettin mi?” (Buhari) diye soracak olan Allah, davet konusunda ne kadar hassas davranmamız gerektiği konusunda bizleri de uyarmaktadır. Bizler, toplumun manevi tabipleri olmalıyız. Maddecilik, fuhuş, uyuşturucu ve irtidatın dalgaları arasında boğulmaya doğru giden ümmeti, Nuh as misali, bu tufandan kurtaracak birer uyarıcı olma zorunluluğumuz vardır. Davetçi meydanda komutan, minberde hatip, nişan, düğün ve taziyede toplumu ihya eden birer muallim olmalıdır.
Ümmetin en sıkıntılı dönemlerinde, ümmeti ayakta tutan her zaman davetçiler olmuştur. Moğolların İslam âlemini istila ettiği dönemde İbni Teymiye, kalem ve kılıcıyla bu tehlikenin bertaraf edilmesine ön ayak olmuştur. Halifeliğin ilga edildiği bir dönemde İmam El Benna, babasına: “Baba! Sen kitap yaz, ben de onları okuyacak ve yaşayacak insanlar yazayım” diyerek, adeta ümmete ruh veren bir anlayışın temelini atmıştır. Davet görevini yerine getiren davetçilerin olmadığı toplumlar, eninde sonunda zayıflamaya ve yıkılmaya mahkûmdurlar. Nice imparatorlukların çökmesine, toplumların anarşi, cehalet ve suçlularla boğuşmasına sebep olan şey; davetçi şahsiyetlerin bulunmaması veya azlığıdır. Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Sizden önceki nesillerden, yeryüzünde fesattan alıkoyan fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi? Onlardan kendilerini kurtardığımız çok azı dışında bunu yapan olmadı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine takıldılar ve suçlu kimseler oldular.” (Hud, 116)
İmam İbnul Kayyim’in, kendi zamanındaki davetçilerden yakınarak şu söyledikleri ne kadar da güncelliğini koruyor: “Zavallı! Sen nerede, hak mücadelesi nerede! O yol ki, Âdem as, o yolda yoruldu. Nuh as, feryat etti. İbrahim as, ateşe atıldı. Yusuf as, yıllarca zindanda kaldı. Zekeriya as, testereyle biçildi. Yahya as, boğazlandı. Eyyup as, ızdırap çekti. İsa as, çöllere düştü. Muhammed (s.a.s), her türlü bela ve musibetlere katlandı. Sen ise halen zevk ve sefa içindesin. (El Fevaid s.42)
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Toplumlar, Mus’ab bin Umeyr gibi davete koşup, kefensiz bir şekilde şehit olmayı göze alanların çaba ve gayretiyle ancak ıslah ve ihya olur.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?