Biz çocukken diye başlayan sözler vardır hani. Bizim zamanımızda böyle miydi diye devam eden, kuru soğan ekmeği mangalda cız bız eden kebap niyetiyle yediğimiz günler. Zeytini sofrasına memurun koyabildiği, garibanın uzaktan seyrettiği ama ulaşınca hazinelere kavuşmuşçasına sevindiği zamanlardı diye üzerine de eklerdik ardından.
Şimdilerde esnafından memuruna, fakirinden zenginine herkesin sofrasında zeytinin envai çeşidinden peynirin her türlüsüne, akşam yemeği sonrasında tıka basa şişen işkembeleri indirmek adına içilen sodasından, kaçırmadan izlenen pembe diziler için alınmış kuru yemişimize kadar her şeyimiz var elhamdülillah!
Zaten ulaşamayanlara da tüketim çılgınlığını teşvik eden reklamlar, diziler ve filmler sebebiyle ihtiyacımız olmamasına rağmen almak zorunda hissettiği şeylerin ödemesi için bir imza ile bankadan krediler alan, herkes yapıyor bir kereden bir şey olmaz diyerek Rabbimizin savaş açtığı faizi almaktan çekinmeyen bir toplum türedi maalesef.
Beni asıl düşündüren ise; daha önceleri mideleri bayram etmese de doyan ama dili, kalbi, aklı ile nimeti vereni hatırlayan, ibadetlerinde, ticaretlerinde, seyahatlerinde, siyasetlerinde velhasıl yaşantılarının merkezlerinde dillerine dolaştırdıkları En’am 162. Ayeti kerimesini şimdilerde popüler oldukları veya olmaya çalıştıkları sosyal medya hesaplarında paylaştıkları ama hayatlarına yansıtmadıkları birer söze mi dönüştüğüdür.
Bugün teknolojinin getirdiği kolaylıkları nimetin en alası görüp heva ve heveslerini ilah edinen, kaybedilen imanî değerleri nimet olarak görmeyen bir nesil türedi. Oysa Rabbimizin sözü halimizin izahı mahiyetindedir.
“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? (Furkân, 43)
Tam bu noktada Prof. Dr. Saffet Köse’nin şu sözlerine kulak verelim. “Modern üretim-tüketim ilişkisi, kanaat, paylaşım, şükür, isar, zühd gibi dinî-ahlâkî karakter arz eden geleneksel değerleri oldukça etkilemiş ve birçoğunu devre dışı bırakmıştır. Günümüz dünyasında hazlarıyla mutluluk arayanlar sanal özgürlük içinde çeşitlilikler yakalayabilmişlerdir. Bugünün insanı neyi arıyorsa mekân farkı olmaksızın ona ulaşabilme imkanına sahiptir.”
Allah (c.c) selâmet versin, ülkemizde sohbetleri özellikle gençler tarafından sevilen ancak kartel medyası tarafından linç edilirken kendisine sahip çıkmakta korkaklık gösterilen bir Hocamızın şu sözü imkanların bolluğunda neleri kaybettiğimizi bize hatırlatmakta. Özetle Diyor ki; “Erzurum’dan küflü peynir gelir, haftalarca o kokmuş peyniri yerdik. Şimdi sofralarımızda en az üç çeşit peynir var ve çocuklarımıza yediremiyoruz. Hadi yavrum ye sana şu çikolatayı vereceğim diyerek, rüşvet ile çocuğa yemek yediren annelerimiz var.”
Düşündüm, acaba o rüşvet ahirette de geçer miydi diye. Eh nede olsa “Hadi oğlum bu yıl da takdir belgesi getir, söz sana araba alacağım”a varan gereksiz iş ve vaatlerimiz yüzünden maddeye kıymet veren ama manayı unutan bir nesli kendi ellerimizle türettik.
Her türlü imkâna sahip özellikle biz İslâmî camiaların en az başarılı(!) olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Nasıl yani? Şimdi filmi geriye saralım biraz.
Dün elifba cüzü evinde bulundurmak idam sebebi, ezan okumak yasak iken verdiğimiz mücadeledeki samimiyetimizi nerde ve ne zaman kaybettik?
Dün başörtüsü mücadelesi için yollara revan olup dertlenirken, üniversite kapılarından içeriye kızlarımız alınmazken, bugün başı örtülüler(!) defileler düzenler oldu. Modaya uyan kızlarımız(!) ise renk cümbüşü ile Vakko’dan giyinir oldu. Biz bu mücadelenin neresinde hata ettik?
Dün elimizde olmayan imkanlardan dolayı mı samimiydik? Yoksa bugün elde ettiklerimizi verenin Allah (c.c) olduğunu unuttuğumuz için mi samimiyetimiz kayboldu?
Dün zorla elimizden alınan değerlerimizi korumak adına verdiğimiz mücadele için hakaretin her türlüsüne maruz kalan, ikinci sınıf muamelesi gören, gerici, yobaz yaftalamalarına maruz kalan bizlerdik. Bunca sıkıntı ve imkânsızlıklara rağmen davet çalışmalarımızı aksatmadan samimiyetle sürdürüyorduk.
Bugün her ne kadar kendini bilmez kimselerin-birkaç köşe yazarı ve sosyal medya şizofreni! Hariç- hakaretine, gerici, yobaz yaftalamalarına maruz kalmadığımız halde; sokaklarımıza İslâm gelmiş, caddelerimiz içkiden, kumardan, fuhuştan kurtulmuş, faiz kalkmış, hatta kimilerimize göre İslâm hayatın her alanına hâkim olmuş gibi hareket etmekteyiz.
Gerçekte olan ise adım başı cinayet, içki, kumar, fuhuş ve bu bataklıkta debelenen bir neslin sessiz feryatları…
Bugün Müslümanlar olarak özellikle Türkiye’de davet ve irşad noktasında Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar imkana sahibiz.
Bunca nimetin içerisinde vazifemizi yerine getirmekte gevşeklik gösteremeyiz. Evlerimiz, sokaklarımız, mahallemiz yangın yeri. Çocuklarımız her gün bir bataklığa saplanmakta. Köşe başlarını tutmuş şeytanlaşmış insanların yerinde gençlerin ellerinden tutan, yol gösteren bir davetçi topluluğu olmak zorunda. Bakın bu hususta Rabbimiz ne buyuruyor.
“Onlar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin akıbeti Allah’a aittir.” (Hac, 41)
Var olan imkanlarla “nefsini ıslah et, başkalarını davet et” düsturu ile önce kendimizden başlayarak; ailemiz, sokağımız, mahallemiz, ilçe ve ilimiz ve bölgemize sonra da ülkemizde iyilik adına ne varsa yaymalı kötülük adına ne varsa mücadele etmenin gayreti içerisinde olmalıyız.
Davet sorumluluğumuzu yerine getirmekte tembellik yapamayız. Nereden başlayacağım diye düşünüyorsan Resûlullah (sav) nereden başladıysa, sahabe efendilerimiz, Selef-i Salihîn nereden başladıysa, Selahaddin Eyyubî, Fatih Sultan Mehmet Han, Hasan El-Bennâ ve daha niceleri nereden nasıl başladıysa sen de o noktadan başlamalısın.
İmkanların bolluğunda şımarmadan, imkânı verenin Allah (c.c) olduğunu unutmadan, tembellik yapmadan, samimiyetimizi kaybetmeden gayretimizi artırarak çalışmak için…
Haydi Yeniden Bismillah!..

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?