Günümüzde “İslâmcı ve İslâmî” kavramlarının zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığını görülmektedir (İslâmî/İslâmcı basın, dernek vs.). Ancak bu yazıda bu iki kavram arasında bir ayrıma gidilmesi gerekli görülmüştür. İslâmcılık; İslâm’ın siyasî, askerî ve nihayet kültürel olarak yeryüzünden silinmesini hedefleyen ve bu yolda büyük mesafe kat eden Batı medeniyetine ve modernizme karşı bir aksü’l-amel olarak zuhur etmiş bir cereyandır.İslâmîlik ise daha ziyade toplumun maddi ve manevi sahada ürettiği değerlerin ve yürüttüğü faaliyetlerin İslâm’a uygunluğuyla alakalıdır.

Modernizm dünya üzerinde tasallut ve tahakkümünü yaydığı sırada klasik şiir, zaten son demlerini idrak etmekteydi. Dolayısıyla Dîvân şiirinin İslâmcılığı üzerine bir sorgulama anakronik bir yaklaşım olacaktır. Keza İslâmcı, Marksist veya pozitivist gibi bazı fikriyatla şiiri tavsif etmek, şiirin doğasına aykırıdır. Şair, bir düşünce dizisinin, bir öğretinin sözcüsü olduğu zaman “ya o doğruların darlığında tıkan[ır] ya da şiirin vereceği asıl şey ne ise onu feda” etmek zorunda kalır (Özel, 2013: 39,113). Öte yandan bir şair İslâmcı veya komünist olabilir ve şiirinde bu fikriyatın tezahürleri görülebilir. Fakat bu fikirler şiirin tamamını kapsayan, biçimlendiren ve onu sınırlandıran bir durum arz etmez.

Klasik Şiir İslâmî midir?

Klasik şiir nazari ve estetik esaslarını İslâm kültüründen almıştır (Akün, 2013: 15). Bu edebî gelenek içinde münâca’at, na’t, tevhid, mi’râc-nâme, mevlidgibi tamamen İslâm kültüründen kaynaklanan nazım türleri mühim bir yer tutar. Doğrudan dinî bir karakteri olmayan manzumelerde ise ayet ve hadislere, İslâm tarihindeki hadiselere ve şahıslara birçok telmihler yapılmaktadır. Ayrıca bir bütün olarak baktığımızda klasik şiirimizin tasavvuf düşüncesiyle iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, ilk bakışta dinle ilgisi olmayan ve hatta dine aykırı gibi görülebilecek metinlerde bile, bu şiir geleneğine hâkim olan sembolik dil sebebiyle, rahatlıkla tasavvufî anlamlar çıkarabiliriz. Nitekim bu yaklaşımı şerhlerde büyük ölçüde müşahede ediyoruz.

Meycilik ve Mahbûbçuluk İddiası

Klasik şiir metinleriyle karşılaşan bir okur, ilk bakışta fark edecektir ki, bu şiir büyük ölçüde sevgiliden, sevgilinin güzelliklerinden, şaraptan ve meyhaneden bahsetmektedir. Aslında bu saydığımız unsurların hepsi tek bir vakıanın, aşkın etrafında kümelenmektedir (Doğan, 2011: 320-249). Bu özelliğinden hareketle klasik şiir, kimilerince “mey ve mahbup edebiyatı” (Kahraman, 2016: 319) olarak nitelendirilmiştir.

Bu tür yorumların çoğunlukla klasik şiirin estetik anlayışı ve anlam dünyası hakkındaki bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşünmekteyiz. Her şeyden önce klasik şiirin kendine mahsus teşbih, istiare, telmih gibi edebî sanatlardan oluşan anlam dünyasının iyi bilinmesi gerekir. Meselenin daha iyi anlaşılması için Mehmet Akif’in ÇanakkaleŞehitlerineşiirinden bir örnek verelim:

Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi

mısraında benzetme yönünü yok sayarsak Bedir’de savaşan sahâbeye ve Çanakkale şehitlerine hakaret edildiği gibi tuhaf bir anlam çıkarabiliriz. Zira aslan nihayetinde bir hayvandır. Oysa sadece şiirde değil günlük dilde dahi bir kişinin güçlü olduğunu anlatmak için o kişi aslanla kıyaslanır.

Aynı şekilde klasik şiirde mühim bir yer tutan mazmunları ve tasavvuf remizlerini de yok sayamayız. Bunları görmezden gelirsek çok yavan, sığ bir şiir olduğu kanaatine varmamız, hatta çoğu zaman hiçbir şey anlamamız işten bile değildir. Örneğin bir beyitte Hızır’dan bahsediliyorsa orada Âb-ı Hayâtı ve sevgilinin dudağını aramak icap eder. Klasik şiirde sevgilinin dudağı “neredeyse yok gibi” tahayyül edilir, aynı zamanda Âb-ı Hayâtın kaynağıdır. Dudaktan ise maksat fenâ fi’llâh(Allah’ta yok olmak) ve bekâ bi’llâh‘tır (Allah’la ebedî olmak). Yani âşık, yok mesabesinde olan, fakat aynı zamanda Âb-ı Hayât kaynağı olarak tasavvur edilen dudağa ulaşıp ölümsüzlüğe kavuşmak ister. Yûnus’un şu mısraı da bu manaya zımnen işaret etmektedir:

Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez

Konuya yabancı olanlar için bu örnekler klasik şiiri kurtarmaya yönelik sonradan üretilmiş aşırı ve zorlama yorumlar gibi görülebilir. Fakat şerh geleneğimize müracaat ettiğimizde örneğin 16. yüzyılda yazılmış Sürûrî, Şem’î, Sûdî gibi şârihlerin Hâfız şerhlerine bakılsa söz konusu unsurların aynı minvalde şerh edildiği görülür. Daha erken dönemde ise Mahmûd-ı Şebüsterî (ö. 1320) Gülşen-i Râzadlı eserinde şiirde geçen tasavvuf remizlerini aynı istikamette açıklamıştır. Bir örnek verecek olursak “Mana eri, sözünde göze, dudağa işaret etmekle ne murad eder? Makamlara, hâllere nail olan er, yüzden, saçtan, sakaldan, benden ne arar?”(Gölpınarlı, 2011: 151) sorusuna şöyle cevap verir:

“Bu âlemde görünen her şey, o âlem güneşinin aksi gibidir. / Âlem saç, ben, sakal ve kaş gibidir; her şey kendi yerinde hoştur, iyidir. / Tanrı’nın tecellisi kâh cemal yoluyla olur. Kâh celâl yoluyla olur… Yüz ve saç da o manalara misaldir. / Ulu Tanrı’nın sıfatları lütuf ve kahırdır. Güzellerin yüzleri ve saçlarında da bu lütuf ve kahır vardır” (Gölpınarlı, 2011: 151).

Klasik şiirle ilgili bir diğer iddia ise “meycilik”tir. Oysa şerhlere baktığımızda neredeyse standartlaşmış bir yorum olarak şarâb’ın aşk-ı ilâhî, kadeh’in âşık’ın gönlü, meyhâne’nin ise dünya veya dergâh olduğu açıklaması karşımıza çıkar. Fakat bununla birlikte klasik şiirde çok anlamlılık ve farklı anlam katmanlarını göz ardı etmemek gerekir. Yani şairin bahsettiği sevgili Tanrı, peygamber, zamanın hükümdarı veya Tanrı’nın cemal ve celal sıfatlarını temaşa ettiği beşerî bir güzel olabilir. Kimi zaman da “vâzıh bir tasavvuf neş’esiyle başlayan şiir, şeklen tasavvuftan ayrı konulara temâs” edebilir. “Bu da Dîvân edebiyatının bir hususiyetidir.” (Tarlan, 1990: 126)

Modernist İslâmcı bir şair olarak nitelendirebileceğimiz Mehmet Akif, şarkın şair ve ilim adamlarını hasretle yâd ettiği mısralarında Hâfız’ı da sayar:

O Sa’dî’ler, o Hâfız’lar, o Firdevsî, o Râzî’ler,

Gazâlî’ler, o Kutbüddîn, o Sa’düddîn, o Kâdî’ler

Yetiştirmiş; o Örfî’nin, o birçok şems-i irfânın

Ziyâsından tenevvür eylemiş; iklîmi dünyânın,

Bugün makhûr-i nâdânîsidir bir fırka haydûdun! (Ersoy, 2012: 72)

Âkif’in zikrettiği ve klasik şiirimizde de etkisi tartışılmaz olan ve divanına şerhler yapılan Hâfız’ın iki beytini burada örnek olarak sunmakta fayda vardır:

Bu gök kubbeden fitne yağıyor, kalk. Bütün afetlerden meyhaneye sığınalım.(Hâfız, Gazel, 373/10)

“Bütün afetlerden meyhaneye sığınalım” diyen şair bir başka beyitte “aşk sarhoşluğu”ndan bahseder ve bunun üzüm suyunun yani şarabın sarhoşluğu gibi olmadığını dile getirir:

Senin başındaki aşk sarhoşluğu değildir, git! Çünkü sen üzüm suyuyla sarhoşsun.(Hâfız, Gazel, 453/2)

Keza Bağdatlı Rûhî’nin klasik şiirin manifestosu mahiyetindeki meşhur terkîb-i bendi şu mısrayla başlamaktadır:

Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz

Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz

“Bizi üzüm suyuyla sarhoş sanmayın. Biz harabat ehlindeniz, Elest meclisinin mestiyiz.”

“Elest meclisinin sarhoşuyuz” ifadesiyle şair, ruhlar âleminde Allah’a verdiği söze sadık kaldığını ve o vuslat gününün sarhoşu olduğunu dile getirir. Nitekim Feyz-i Kâşânî bir gazelinde şöyle der:

“Biz mestlikten ve mestlik (de) bizdendir. Elest günü söz verdik… Üzüm suyundan sarhoş olmayız. Biz elest şarabının sarhoşuyuz.(Feyz-i Kâşânî, Gazel, 675/8-10)

Bu örneklerin sayısı çoğaltılabilir. Klasik şiirde şarap ve sevgili bahsi üzerine yorum yaparken günümüz konuşma dilinde ilk aklımıza gelen anlam, çoğunlukla şairin murad ettiğiyle örtüşmeyebilir. Zira klasik şiir geleneğinde kelimelerin basit manalarının yanında asırlar boyu o kelimelerin yüklendiği fikir, duygu ve hayaller vardır. Bu kelimeler, okuyanların hissî ve zihnî zeminlerine, istidatlarına, temayüllerine, meşreplerine göre muhtelif çağrışımlara yol açabilir (Tarlan, 1990: 93).

Hakkıyla tedkik edildiğinde Klasik şiirin ana mecraı itibariyle İslâm tefekkürü ve kültürüyle yoğrulmuş bir şiir olduğu görülecektir. Elbette ki, insan mahsulü olan her şeyde ulviyâtın yanı sıra birtakım süflî hususlara rastlamak kabildir. Fakat milyonlarca beyit içinden birkaç tartışmalı beyit seçip bunları Dîvân edebiyatının tamamına teşmil etmek yanlıştır. Bu tür yaklaşımlar geçmişi anlamaktan ziyade geçmişle hesaplaşmaya şartlanmış zihinlerin çabası olabilir.

Kaynakça:

1)Akün, Ö. F. (2013). Dîvân Edebiyatı.İstanbul: İSAM Yayınları.2) Doğan, M. N. (2011). Eski Şiirin Bahçesinde.İstanbul: Yelkenli Yayınevi. 3)Ersoy, M. Â. (2012). Safahat.(Haz. M. E. Düzdağ) Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. 4) Feyz-i Kâşânî. (tarih yok). Dîvân-ı Eş’âr. Mart 4, 2019 tarihinde Ganjoor: https://ganjoor.net adresinden alındı. 5)Kaçar, M. (2009). Dîvân Şiirinde “Erkek Sevgili Tipi” ve Şehrengizlerdeki Erkek Güzeller. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XXXVII, 61-83. 6) Karaismailoğlu, A. (2010). Şebüsterî. TDVİA, XXXVIII, 400-401. 7) Özel, İ. (2013). Şiir Okuma Kılavuzu.İstanbul: Tiyo Yayınları. 8) Rehber, H. (1396/2017). Dîvân-ı Gazeliyât-ı Hâfız.Tahran: İntişârât-ı Safâ Alişâh. 9) Tarlan, A. N. (1990). Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler.Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını. 10)Topaloğlu, B. (1981). Kelâm İlmi: Giriş.İstanbul: Damla Yayınevi.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?