İslam dünyası, halifeliğin kaldırılmasından sonra bir boşluk dönemine girdi. Müslümanlar başsız kalmış, dışarıdan gelen fikirler Müslümanları etkilemeye başlamış ve İslam âlemi fikrî saldırıların yanı sıra fiilen de işgal edilmiş durumdaydı. İslam âleminin çeşitli yerlerinde Müslüman düşünür ve münevverler, İslam halklarını uyandırmaya, onları zararlı fikirlere karşı muhafaza etmeye ve yazdıklarıyla bu akımlara karşı koymaya çalıştılar, sözleriyle de insanları uyanmaya davet ettiler. Mısır’da Hasan el-Benna, Türkiye’de Said Nursî, Müslümanları uyandırmaya çalışan iki önemli isimdir.
Şark medreselerinde yetişen Said Nursî, seksen iki yıllık ömrünü İslam davası için harcamış, bu uğurda çaba sarf etmiş, ümmetin tekrar ayağa kalkması için büyük bir mücadele vermiştir. Daha medreselerde okurken bile kabına sığmayan bir delikanlı olmuştur. Arkadaşlarıyla zaman zaman kavga etmiş, kendi seydasına “Arkadaşlarıma söyleseniz bana iki iki gelsinler, dört kişi gelmesinler.” demiştir. Mardin valisiyle daha on yedi yaşındayken karşı karşıya gelmiş, neticede elleri kelepçelenmiştir. Cizre’de Mustafa Paşayı namaz kılmadığı için tehdit etmiş ve neticede onu namaza başlatmada başarılı olmuştur.
O, bir İslam fedaisiydi. Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek için gizli güçlerin tertipledikleri 31 Mart(14 Nisan 1909) vakasından dolayı muhakeme edilirken “Şeriat istemişsin.” şeklindeki suçlamaya karşılık, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz (hakiki adalet) ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.” sözlerini söyler. 31 Mart vakasına karıştığı iddia edilerek devlet güvenlik mahkemesinde idamla yargılanmış ve beraat etmiştir.
O, her zaman ve zeminde davasını düşünürdü. Kur’ân’a hizmet yolunda başına gelen bela ve musibetlere aldırmıyor, yılmıyor ve asla ümitsizliğe düşmüyordu. Her an “Davam” diyen bir ruha sahipti. Gönlü, bu davanın ateşiyle yanıp tutuşmuştu. Kalbi ve ruhu, davanın yüküyle meşgul olduğu için evlenmek aklına bile gelmedi. Zira ulvi düşünceler, buna imkân bırakmamıştı.
Her zerresiyle kendisini davasına adamış olan bu adam, bütün hayatını bu şuurla yaşadı. Son nefesine kadar bu tavrından asla vazgeçmedi. O, bedenen yürürken ruh cihetiyle secde hâlinde olan bir adamdı. Dünyalıklar onu asla kandıramadı. Ne mevki ne makam ne de başka şeyler onu asla ilgilendirmedi. Bu tür fani şeylerin peşinden koşmadı. Hayatını İslam uğruna mücadeleden başka hiçbir şeye tahsis etmedi.
O, dünyevi şeylerin geçici olduğuna inanmıştı. İmansızlık furyası, Anadolu’yu kasıp kavururken ve emperyalist güçler ülkeyi işgale girişmişken, o dünyevi şeylerin peşinden nasıl gidebilirdi ki? İmanın gönüllerde yücelmesi ve imanın ülkenin bütün fertlerinin kalbinde yer etmesi için birilerinin hayatını feda etmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. İşte bu şuurla davasına sarılan Bediüzzaman Said Nursî, hiçbir anını boşa geçirmedi. Hep hareket halinde oldu. Anadolu’nun dört bir yanını dolaştı.
Düşmanları ona hiçbir şey yapamıyordu. Onu yıldıramadılar. Hapisler, sürgünler, korkutma ve tehditler, ona asla etki etmedi. O; tarihe kazınan şu muazzam cümlenin içeriğindeki manayı rehber edinmiş, bunun ancak mü’min bir dilden sadır olabileceğini açıkça göstermişti: “Hakiki imanı elde eden, kâinata meydan okur.”
O, gerek yerli gerekse harici olsun, İslam’a savaş açmış bütün fikir ve düşünceleri düşman biliponlara karşı,diliyle ve yazdıklarıyla mücadele verdi. İmanından aldığı gücü pratiğe döktü ve bütün bir hayatını bu uğurda harcadı. Kimseye boyun eğmedi. Şöyle diyordu: “…Bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukâbil tezellüle tenezzül etmedim…”
O, dünyaya bir misafirhane gözüyle bakıyordu. Mal-mülkle alâkası yoktu. Düşündüğü tek şey, yollara düşüp iman hakikatlerinin dellallığını yapmaktı. Van’da bulunduğu sıralarda çevre kasabalara gider, ilmî toplantılar tertiplerdi.
Büyük dava adamları, dünyalığa heves etmezler. Şayet dünya malı namına ellerine bir şey geçerse o malı, uğrunda mücadele ettikleri İslam davası için harcarlar. Onlar önce malı, sonra da canı bu ulvi yolda feda etmenin gerekliliğine iman etmiş kimselerdir. İşte Bediüzzaman böyle biriydi. Mal varlığı tek eliyle taşıyabileceği kadar hafif bir yekûn tutuyordu. Sağ omuzunda asılı torbasının içinde Kur’ân, sol tarafında rulo halinde seccadesi ve ona bağlı bir ibrik… İşte bunlar, onun; dünyadan kendi yanında bulundurduklarıydı. Bu durum, sefere her an hazır bir askerin hâliydi. Merhum Nurettin Topçu onu ziyarete gittiğinde ondan, “Bir ekmeği on beş günde ancak bitirebiliyorum.” sözlerini işitmişti. İsteseydi zengin olabilirdi. Fakat o, dünyayı elinin tersiyle itmiş bir hareket adamıydı. Çünkü takva ve zühd, onun en belirgin süsüydü.
Medrese yıllarında daha bir delikanlıyken, öğrenciler zekât toplamak için köylere çıktığı hâlde o gitmiyordu. Onun bu durumunu gören köylüler kendisine yardımda bulunmak istiyorlardı. Gözü tok bir insandı. Şayet kendisine verilenleri kabul etmiş olsaydı zengin bir adam olurdu. Kendisine bir şey verildiğinde karşılığını vermedikçe kabul etmezdi. O, bu dünyada bir yolcu gibi yaşadı. Bu fani âlemde biraz soluklanıp yoluna devam etmek isteyen bir yolcu misaliydi. Hatta insanın beden ve cesedinin dahi kendisine ait olmadığını söylüyordu.
O, her yeri davet sahası olarak kabul etmişti. Hatta Ruslara esir düştüğü sırada etrafındaki nöbetçilere dahi davasını anlatmaktan geri durmamıştı. “Esir kampında bile davamı nasıl yayabilirim?” düşüncesindeydi. O, “Şu kısa dünya hayatında ebedi hayat nasıl kazanılabilir?” gibi ulvi bir düşüncenin adamıydı. Bunu etrafındaki insanlara söylerdi. “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir. Kabul ettirmek Cenab-ı Hakk’a aittir. Vazifemi yaparım. Cenab-ı Allah’ın vazifesine karışmam.” derdi.
Sabah namazından çok önce kalkar, teheccüde ve münacata zaman ayırırdı. Okuduklarını Resûlullah’ın Al-i Beyti’ne bağışlar, onlara dua ederdi. Talebeleriyle olduğu sırada onları kontrol eder ve ibadete kalkmaları için su ile uyandırırdı. Onu görenler uzun uzun ibadet ettiğine şahit olmuşlardı. Hz. Peygamber’den gelen vird hâlindeki ayet ve duaları, Allah’ın veli kullarından gelen zikir ve tesbihatı okurdu.
Namazı vaktinde kılma konusunda çok hassastı. Yolculukta da olsa namazı vaktin evvelinde kılardı. Afyon’da muhakeme edilirken ikindi namazı biraz gecikince izin istemiş, müsaade edilmeyince bir müddet sonra tekrar izin istemiş ve nihayetinde ikindi vaktinin tehlikeye girdiğini görünce, “Ben namaz kılacağım. Biz buraya namazın hukukunu müdafaa etmeye geldik.” demişti. Sonra da namazı eda etmek için yerinden kalkmıştı. Namaz sevgisi, onun için hapishaneleri mescide döndürmüştü.
Bütün bir ömrü Allah yolunda cihatla geçti. O,“Asıl mesele; bu zamanın cihad-ı manevisidir, manevi tahribatına karşı set çekmektir.” diyordu. İhlasa ve ihlasla çalışmaya büyük önem veriyordu.
Bediüzzaman, korku nedir bilmeyen bir dava adamıydı. Mason örgütü İttihat ve Terakki liderleri, Bediüzzaman’a engel olup onu hapse attılar. Arkadaşlarından on dokuzu idam edildi. İdamla yargılanan Bediüzzaman’a, “Siz de mi şeriat istiyorsunuz?” diye sorulduğunda, “Bin tane canım olsa hepsini İslam için feda ederim, İslam’a yakışmayan her şey bana yabancıdır.” sözleriyle cevap vermişti.
O, İslam akaidine bir saldırının yapıldığını fark etmiş ve mücadelesini buna karşı yapmıştı.
Said Nursi, Van Gölü’ndeki Akdamar Adası’nda hayaller kurmuştur. Bu adayı kast ederek, “Burada on sene kadar kalarak elli talebe yetiştirsem, o talebelerle İslam’ı bütün dünyaya yayıp dünyayı fethedebilirim.” demişti. Onun düşüncesi, hep davası olmuştu. Seksen yıllık ömründe hayali hep davası olmuş, hüznü, dostluğu, hastalığı ve dinçliği yaşamaktan muradı, din-i mübin-i İslam’a hizmet etmekten başka bir şey olmamıştı. O, Kur’ân’a hizmet noktasında etrafındakilere, “Yılmayınız, usanmayınız!” diyordu.
Ömrünün sonlarında Urfa’ya doğru yol alırken yanında bulunan öğrencilerine,“Evlatlarım! Siz hiç merak etmeyin, Risale-i Nur; dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur, daima galiptir. Siz hiç merak etmeyin!” sözlerini söylemişti.
Bediüzzaman ömrünün son aylarında Konya, Ankara ve İstanbul seyahatlerini gerçekleştirdi. Yaşlı fakat kavi ve o kadar da şeci bir bedenle yapılan bu seferler, yine din-i İslam’ın intişar etmesi için yapılmış seferlerdi. Konya seyahatinde kardeşi Abdülmecid’i görmüş, Mevlana türbesini ziyaret etmişti. Bu ziyaretinde muhterem hocam İslam tarihçisi Prof.Dr. Mustafa Fayda kendisini gördüğünü, yaşlı ve hasta olmasına rağmen gözlerinin pırıl pırıl olduğunu ifade etmiştir.
Bediüzzaman 1960 Ramazan’ında ağır hastalandı. Son seyahatini 1960 Mart’ında Urfa’ya yaptı. Burada Palas Otel’e yerleşti.
Urfa halkı, onun geldiğini duyduğunda ona akın etmişti. O da bir âlim ve mücahit sıfatıyla ziyaretine gelenleri kucaklıyor, muhabbetini gösteriyordu. Onu ziyaret edenler arasında halkın her kesiminden insanlar vardı. Bir an olsun insanlar onu yalnız bırakmak istemiyor, İslam davasına adanmış bu mümtaz şahsiyeti görme şerefini elde etmek istiyorlardı. İslam’a ve Müslümanlara düşman olanlar onu Urfa’dan çıkarmak istediler. Lakin bunda başarılı olamadılar.
Allah (c.c.) onun ruhunu Urfa’da kabzetti (23 Mart 1960). Vefat ettiğinde seksen iki yaşındaydı.Urfa’da Dergâh mevkiine defnedildi. Sağlığında ondan korkanlar, öldüğünde cesedinden de korktular. Devlet yetkilileri, cesedini alıp Isparta’da bilinmeyen bir yere gömdüler. O, mezarının bilinmesini istemiyordu. Allah (c.c.) da ona murad ettiğini vermişti. Geride bıraktığı dünyalık; birkaç elbise, bir ibrik ve bir yataktan ibaretti. Zaten bir İslam davetçisinden de bu beklenirdi. O, bu dünyada yükü hafif olarak yaşadı. Fakat ahirete takva, ibadet ve dava uğrunda mücadele ile dolu bir hayat götürdü. Geride kalanlara da eserlerini miras bıraktı. Onun İslam ümmetine kalan mirası, davasını anlatan te’lifatı oldu.
Allah ruhunu şad eylesin…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?