Yirminci yüzyılın ideal Müslüman’ı…

Şiirde, Türk edebiyatına yeni bir fasıl açan şair…

Büyük vatansever, ince bir fi kir adamı, faziletli vatan-

daş… İnançlarına hayatını, hayatına inançlarını koymuş

örnek sanatçı…

Hikmetli bir davetçi… Bir âlim… Hafız… Kur’an mütercimi… Her ne kadar Akif şair olarak bilinse de, şaheseri “Safahat” olarak bilinse de onun asıl şaheseri yazmış olduğu mealidir. İslami ilimler ve Arapça’da o kadar ileri bir düzeye sahiptir ki; “Muallakat-ı Seb’a” olarak bilinen Arap dili edebiyatının en önemli yedi şaheserini okutabilecek nadir şahsiyetlerden biridir. Hayatının son yıllarında Kur’an mealini nesir üzere yazmak için şairliği terk eder. On iki yıl yazmak için emek verdiği meali “kötülüğe alet olacaksa varsın olmasın” diyerek yakılmasını vasiyet ediyor.

Bu özellikler ancak takva sahibi, karakterli, yüce ahlak ile bezenmiş birinde vücut bulur.

Bir mücahit… Osmanlı devleti varken bekası için yaşamış, yıkıldıktan sonra kurtuluş savaşında aktif mücadelede bulunmuş, Türkiye cumhuriyeti kurulurken bir “İslam devleti“ kurulacak düşüncesiyle destek vermiş ve bu uğurda mücadele etmiş.Fakat daha ilk yıllarda dindarların dışlanıp tasfi ye edilişini, laikliğin benimsenip batı taklitçiliğinin uygulanmaya konulduğunu görünce ilk karşı çıkanlardan olmuştur.

Mehmet Akif: “Biz Müslüman olarak kalalım ancak batı medeniyetinden faydalanacağımız bir husus varsa, onları alalım.” yaklaşımına sahipti.

Nihayetinde bu fikrinin kabul görmediğini görünce ülkesini terk etmiş, Mısır’a hicret etmiş, çalışmalarına orada devam etmiştir.

Bu yüce şahsiyetin vefatından altı ay önce bir mecmuaya vermiş olduğu son söyleşisini sizinle paylaşıyoruz;

Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak, vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor. Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kıl­ların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sark­mış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra, yavaşça soruyorum.

– Özledin mi bizi üstad?…

Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasay­dı bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.

– Özlemek mi oğlum. Özlemek mi?…

Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu:

– Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır

kadar uzun sürdü… Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım.- Hasret…

Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sı­zıyor:

– Çok acı…

– Ya kavuşmanın sevinci?

– Onu sorma oğlum. Onu ben kendi kendime bile so­ramıyorum… Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz, ya­tağa düştüm, hiçbir şey göremedim.

– Ve kendi kendine söylüyor:

-Cennet gibi yurdumdayım ya… Çok şükür. Hastalığı akla geliyor :

– Karaciğerim, dalağım şişmiş; geldik, yattık burada.

 

Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?Eski hatıra­larını deşiyorum. Millî Mücadele’nin ilk günlerinde Anka­ra istasyonunda karşılaşmamızı hatırlıyorum.

Evet, diyor, İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çık­tığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlamadığım bir köye gittik, oradan cumayı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarından geçtik, kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık. Ankara… Ya Rabbi ne heyecanlı, helecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’nın düştüğü gün… Ya Sakarya günleri… Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten baş­ka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeği­miz… Fakat imanımız büyüktü.”

Yorgun, susuyor..

– İstiklâl Marşı’nı nasıl yazdınız?

Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor:

– Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!Bu; ümitle, imanla yazılır. O zamanı düşünün. İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp, baş­ka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçim­de ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki, ”İstiklâl Marşı”nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihî bir değeri vardır.”

Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor:

– Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.

-Ya büyük zafer üstadım. O anda ne duydunuz?

Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi, nereden geldiği bilinmez bir ışıkla göz­lerinin içi gülerek:

– Ah! diyor :

Ve bir lâhza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynu­na.Dalıyor.. Ve, sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum:

– Allah’ım ne muazzam zaferdi o! Ortalık herc ümerc oldu. Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini, yumuyor:

– Ve biz, mest olduk!..

– O zaman bir şey yazmadınız mı?

 

– Artık benim ne düşünecek, ne duyacak, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı.. Bizim dilimiz tutul­muştu. Ordu, bizzat yazıyordu.

Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir de fasıla veriyorlar. Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor, şimdi o, ağır ağır çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor:

– Mısır’da nasıl vakit geçirdiniz?

– Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bir köşedir. Orada oturdum.

Zaten, tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sev­mem. İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da Darül­fünun işi çıkıncaya kadar Helvan’da yaşadım. Son za­manlarda Kahire’ye indim.

– Sevdiniz mi Mısır’ı?

– Var, güzel tarafları var. Bilhassa kışın. Hoş yazın da, sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım. Orada sıcak da sürekli değildir, evler de ona göre ya­pılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz. Fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm, bütün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…

– Mısır’ da neler yazdınız?

Geçmişten adam hisse kaparmış…

“Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

Ve üstadın Helvan’da yazdığı “Firavunla Yüz Yüze”sinden şu son parçayı alıyorum:

“Bileydin, ey koca Mısır’ın ilâhî üryanı!

Mezara, heykele ait bütün bu velveleler

Bekan için mi hakikat? Meramın oysa, heder:

Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli

Fakat bu hakkı ne taştan, ne leşten istemeli!

– Kolay mı yazarsınız? Dudaklarına götürdüğü barda­ğı yana çekerek:

-Hayır !., diyor. Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor:

-Çok uğraşırım. Epey çalışırım. Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim… Nihayet kâğıt üzerine naklederken de hayli yorulurum.

 

– Zevklerinizi sorabilir miyim üstadım?

Hafifçe gülümsüyorve “zevk diye dünyada bir şey var mı?” der gibi yüzüme bakıyor:

– Zevk mi? Benim zevklerim mi? Eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse… Eh benim de zevk­lerim var demektir.

Hemşire Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şai­reyalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor:

-Siz yorulmayın, ben vereyim.- Yiyemeyeceğim.-Bir parça sütlâç.-Mümkün değil. Rica ederim ısrar etmeyin. Ve bana dönüyor:

– Eskiden beri yemekle başım hoş değildir. Sigara da içmem. Şimdi doktorlar zorla ye, deyip duruyorlar. Zorla ne olur ki yemek yenebilsin?

Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyo­rum. Ve ayaküstünde soruyorum:

– Neler yazacaksınız?

– Biraz kendime gelirsem, yazacak şeylerim hazır. Eliy­le birkaç defa başına vuruyor:

– Var kafamda hazırlanmış mevzularım.- Ya en son yazınız?

– Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi, gölgem de upuzun, kumlarda duruyordu. Bu resmin altına şöyle yazmıştım:

“Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok

Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak

Postu sermekse meramın yola, serdirmezler

Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.”

Ve kupkuru kaim dudaklar birbirine yapışıyor…

 

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?