“Gerçekten Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arsında hükmettiğiniz zaman, adaletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah, hükümlerinizi hakkıyla işitici, emanete ait işlerinizi hakkıyla görücüdür.” (Nisa, 58)
Bu ayetinin yaşandığı olaylardan biri Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin anahtarının kime verileceği meselesidir. (s.a.s) Mekke’yi fethettikten sonra Resulullah’ın (s.a.s) Kâbe’nin anahtarını bir mülümana vereceği düşünülüyordu, fakat olay hiç de sahabelerin düşündüğü gibi olmadı.
Cahiliye devrinde Kâbe’nin anahtarları sadece Hz. Osman b. Talha’nın sülalesinin yanında bulunurdu. Bu vazife en son babasına kalmıştı. Uhud Savaşı’nda müşriklerin safında bulunan babası Talha öldürüldüğünde bu görev oğlu Osman’a kaldı.
Peygamberimiz, Mekke’de bulunduğu sırada Osman b. Talha’yı İslâmiyet’e davet etmişti. Osman da: “Sen kavminin dinine aykırı davranıp yeni bir din ortaya çıkarmış bulunuyorsun.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştu:
“Ey Osman, ümit ederim ki, bir gün sen beni, bu anahtarı nereye istersem koyabileceğim, kime istersem verebileceğim bir mevkide de göreceksin.”
Osman, bu sözlerdeki gerçeği anlayamamış: “O zaman Kureyş kıymetten düşmüş olur.” demişti. Resûlullah (s.a.s) ise: “Hayır, Kureyş asıl o zaman kıymetlenecek.” buyurmuştu.
Mekke fethedildikten sonra Peygamberimiz, (s.a.s) Osman’ı (ra) göndererek annesinden anahtarı getirmesini istedi. Geldiğinde de “Sana vaktiyle söylediğim şey gerçekleşmedi mi?” buyurdu. Osman (ra) “Evet, şehadet ederim ki, sen Allah’ın Resûlüsün.” dedi. Peygamberimiz daha sonra: “Cenâb-ı Hak size, emanetleri ehline vermenizi emreder.” âyetini okudu ve anahtarı tekrar Osman b. Talha’ya (ra) verdi. Hicret’in 42. senesinde vefat eden Osman b. Talha’nın (ra) sülalesi, Kâbe’nin anahtarcılığı görevini uzun müddet yürüttü. Osmanlı’dan sonra aksa da zamanımızda bile bu anahtar ve Kabe’nin hizmet bu aileye aittir.
Günlük hayatımızda bu hassasiyet korunmalıdır. Şahısların kimliği, rengi, ırkı, dili ne olursa olsun liyakat sahibi ise işin ehli ise ve halkımızın kodları ile, inancı ile oynamıyorsa işinde liyakat sahibi olup işini seviyorsa, görevinin hakkını veriyorsa, halkımıza müspet anlamda hizmet ediyorsa o şahsiyet bizim için değerlidir, değerli olmalıdır. Göreve getirilen veya atanan kişi verilen görevin bilincinde olup tam olarak sadakat göstermelidir. Liyakate dayalı göreve getirilen kişi, sadakatini gösterdikten sonra da adaletli davranmak mecburiyetindedir.
Peygamber Efendimizin (s.a.s) ümmeti olarak üzerimize düşen her görevi eksiksiz yerine getirmeli, liyakat ve adaletten sapmamalıyız. “Adalet mülkün temelidir.” diyen Hz. Ömer’in adaleti, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” diye Şeyh Edebali’in nasihati hepimize ilham kaynağı olmalıdır.
Şunu da unutmamak gerekir bizler nasıl isek yöneticilerimiz de öyle olur. Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder: “Allah her dönemin hükümdarını halkın kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse salih birini, helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.”
Sadece idarecileri seçmede değil, her konuda mutlak bir ölçü olmalıdır. İşi ehline verince sorumluluğu da üzerimizden atmış oluruz. Ehil idarecilerin meyvelerini milletçe toplarız. Aksi takdirde kıyametin kopacağı o korkunç günü bekleriz. Zira bir zamanlar Peygamber Efendimize soruldu: “Ey Allah’ın Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?” Efendimiz bu soruya şu cevabı vermiştir: “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyameti bekle, kıyametin kopması pek yakındır.”
İslâm’ın adalet timsali sayılan Hz. Ömer’in “Müslümanların başında bulunan kişi, dostluk veya akrabalık hatırına bir adamı bir işin başına getirirse Allah’a, Resulüne ve Müslümanlara hıyanet etmiş olur.” sözünü duyup da titremeyen mü’minin samimiyetinden şüphe edilir. Bu sözün ağırlığı altında kalmak, kurşunların altında kalmaktan daha çetindir. “Emaneti ehline veriniz” ayeti üzerinde düşünülmesi ve bizi idare edecek kişileri seçmede mutlaka dikkate alınması gereken, vazgeçilmez altın bir kuraldır. İdarecilerin ne dediği değil, ne yaptığı önemlidir. Ziya Paşa: “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” diyerek bu hakikati ne de güzel ifade etmiştir.
İnsanlar vardır makamları şereflendirirler, insanlar vardır makamlarla şereflendiklerini zannederler. Ne mutlu makamlarını şereflendiren, Hakk’ı ve hakikati kendine rehber edenlere!
Onlar, Peygamberi kendilerine model olarak seçmişlerdir. O adil idareciler, ortalığın yanıp kavrulduğu mahşer meydanında Resülullah’ın (s.a.s) kutlu sancağı altında gölgeleneceklerdir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?