Kimlikleri ve kültürleri ile tanınır insan. Kimlik, alâmetifarikadır haddi zatında. Kültür de bu eksende yükselir. Geçmişten beri bu kavramlar üzerinde yüzlerce tanım üretilmiştir. Yabancı kö- kenli olan Kültür kelimesine yakın bir kavram da üretememişiz. İrfan veya Hars diyenler olsa da bu, ifade için yetmemektedir. “Toplumsal ilimlerin en kaypak ve anlaşılması en zor kavramlarından biri kültürdür.” der Şerif Mardin. Günümüzün Kimlik Sorunu ve Bu Sorunun Yaşandığı Temel Çatışma Eksenleri adlı makalesinde Sosyolog Sefa Şimşek, şöyle açıklar kimlik kavramını;” Kimlik kavramı kısaca, bir kişi ya da topluluğun kendi nitelikleri, konumu ve değeri hakkındaki bilinçli algılaması olarak tanımlanabilir.” Demek oluyor ki, kişiler olgunlaşıp ayakları üzerinde duruyor olduğunun farkına vardığı anda temsil ettiği sosyal ortamın, dini inanışın, ırk ve cinsiyet gibi farklılık teşkil ettirici bireysel emarelerin total çıktısı olarak kimlik ve kültür objesi haline gelmektedir. Hayata bakış açısının netleşmeye başladığı ve “ben buyum” deme yolunda kararlı cevaplara ulaşıldığı dönemler…
Farklı dillerin teşekkül etmesi zaman almıştır. Farklı coğrafyalara göç ederek yeni yaşam alanları bulma gayretine düşen insanoğlu, yaşadıkları yer ve kullandıkları araç ve gereçlerin durumuna, yaşadıkları sevinç ve dramlara göre ortak anlaşma becerisi geliştirmişlerdir. Çıkardıkları sesler zaman içinde kalıcılık kazanmıştır. Bu durumlar şüphesiz bir mürebbinin eli ile deruhte olmuştur. Gelişi güzel hiçbir durum söz konusu değildir yeryüzü yaşam arenasında. Dil mekanizması da değişim ve gelişimin motoru olmuş, Kültür organının vücuttaki fonksyonerliğine alan hazırlamıştır. Kimliğe ve kültüre ürün üretmede, maharetli bir eleman olarak katkı sunmuştur.
Zaman içinde birçok nesne, kavram ve değer önemini yitiriyor. Dün hatırlayınca duygulandığımız hadiseler, bugün bizde en ufak bir tepki uyandırmayabiliyor. Merhamet duygusu, iyilik yapma isteği, yardımlaşma ve dayanışma göstergeleri buz tutmuş. Birlik içinde olma ve hedefe birlikte ulaşmayı isteme çabası dumura uğramış. Kültürümüz ve kimliğimiz ile ilgili kodlara ulaşmakta zorluklar yaşıyoruz. Günübirlik bir yaşam kaygısı ve sürekli yenilenen, güncellenen veri tabanımız sayesinde eskiye ait hafızamıza ulaşmakta bin bir zorluklar yaşıyoruz. Sürekli yeniye odaklanma hali bize eskiyi tastamam unutturmuş neredeyse. Bir kuşak sonrasının böyle bir gayesi de yok zaten. Bilimsel gelişmelerin gölgesinde hayatımız, kimlik kayması ve kültür deformasyonu sonucunda kaybettiğimiz öz değerlerimizi bir zaman sonra” Google’de “bulamayacağımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Klasik çağda bu kadar koşullu tepkiden, yozlaşma ve ayrışmadan söz edemiyoruz.
Maddenin hayatımıza tüm kökleriyle girdiği ve gözlerimizin önüne kalın perdeler ördüğü çağ; modern çağ. Yalnızlaşmanın da başlangıcı… Bugün her ne kadar takım ruhuyla hareket edelim, kültürel mirasımıza sahip çıkalım desek de bu göstermelik birkaç etkinlikten öteye geçemiyor. Sanal dünya tezgâhında aslında buna yer yok.
Her şeyi bir sonraki yeni ile değiştirme merakı ruhumuzu o kadar sarmış ki, yeni çıkan bir ürünü alabilmek için “eskisini getir yenisini götür” kampanyaları açılıyor. Eski, aslında o kadar önemli ki, bu değişimler zihnimizi dumura uğratalı eski lafını duymak bile istemiyoruz. Oluşan bu erozyonu restore etmek acaba nasıl mümkün olacak? Eskilerimize dönmek isteyebilecek miyiz? Yeniye olan tutkumuz bu imkânı bize sağlayacak mı?
Kültür hazinesinin süreklilik ve taşınabilirlik ilkesinin de bu noktada hasar gördüğüne tanık oluyoruz desem sanırım abartmış olmam. Eğer Kültür ve onu da sımsıkı kucaklama potansiyeline sahip medeniyet olgusu nesilden nesile aktarımı sağlanan bir cevherse onun bu gidişatına çomak sokmak büyük bir mesuliyet. Nesillerin istikbal kaygısını kimliksiz bir toplum ihdas etme sevdasıyla körükleyenler, toplumu fesada uğrattıkları ve sosyal bunalımlara kapı açtıkları için tarihin her döneminde gerek vicdanlarda gerekse insanlık mahkemesinde yargılanacaklardır. Ebedi âlemde cezalarını da verecek olan Allah’tır. Şüphesiz dünyada da ahrette de yegâne yargılayıcı Allah’tır.
Hazreti Nuh kavmine şöyle seslenir; “… Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ve ben, Müslü- manlardan olmakla emrolundum.” (Yunus, 72) Hz. Musa’nın kavmine; “… Ey kavmim, eğer siz Allah’a iman edip Müslüman olmuşsanız, artık yalnızca O’na tevekkül edin.” (Yunus, 84) Hz. Süleyman’ın Sebe halkına; “…Bana karşı bü- yüklük göstermeyin ve bana Müslüman olarak gelin…” (Neml, 31) Her hitapta muhatapların kimliklerinin “Müslüman” kimliği olduğunu ya da olması gerektiğini görmekteyiz. Kuran ile beslenmeyen bir akıl, zikzaklar çizmeye mahkûmdur. Kimlik bunalımı yaşayan ve dipsiz girdaplarda boğulan insanlık, özüne dönerse bu pervasız inhitattan kurtulabilir. Sosyologların, psikologların ve filozofların yılardır izini sürdürdüğü, kiminin bulduğu ve kiminin bulamadığı gerçek budur. Bu gerçeğe tutunan kurtulmuştur. Bu gerçek; Kuran ve onun ekseninde bir dünya hayatı gerçeğidir.