Meryem’i aziz kılan, Yûsuf’u şerden koruyan, Ayşe’yi temize çıkaran, Osman’ı değerli kılan,

Hatice’ye itibar kazandıran, Hz. Muhammed’e (sav) üstünlük katan bir özellik…

Aklın ve imanın yanında yer alan bir düstur…

Hayırların temeli…

Girdiği her şeyi güzelleştiren bir ölçü…

Güzel ahlakın unsurlarından birisi…

Edebin zirvesi, edeplinin süsü…

Bir o kadar önemli, bir o kadar güzel…

Varlığı fayda, yokluğu zarar…

Maddenin her geçen gün değer kazanmasıyla insan hayatında yavaş yavaş azalan bir değer…

Uzun bir girizgâhtan sonra demem odur ki, bazı şeyler vardır; toplumda değer görür, varlığı memnuniyet vericidir ve var olması istenir. Ancak bazı zamanlarda varlığı kimilerini rahatsız eder, bilinçli bir istekle ona karşı çıkılır ve varlığı ortadan kaldırılmaya çalışılır. İşte hayâ, onlardan biridir.

Hayâ; insana yakışan bir sıfattır, insanı diğer canlılardan ayırt eden bir niteliktir. İnsan aklıyla, iradesiyle diğer canlı türlerinden ayrılır. Akıl ve irade yalnızca insanda var olduğu için insanı diğer canlılardan ayırt eden bir özelliktir. Bunun gibi hayâ da canlılar içinde sadece insanda var olan bir niteliktir. Zira bir hayvanın, bir nebatın hayâlı olduğu görülmez, onların üzerinde hayâlı olmak gibi bir beklenti kurulamaz. Öyleyse hayâ, insan denen medeniyeti diğer canlılardan ayırt eden bir vasıftır.

Hayâ, utanma duygusudur. Kişinin kendisini yaratan, çeşitli nimetlerle hayatını idame eden Rabbinin rızasına uymayan işlerden, kötülüklerden ve günahlardan kendini alıkoymasıdır. İnsan denen varlık, kötülük ve günahları Rabbine, kendi nefsine ve diğer insanlara karşı işler. Kötülük ve günahlardan uzak durmak, yani hayâlı olmak kişinin hem Rabbine hem nefsine hem de diğer insanlara karşı bir vazifesidir, bir ödevidir.

“Hayâ, imandan bir şubedir.” (1) Hayâ, imanî bir özelliktir ve imanın olduğu yerde varlık bulur, olmadığı yerde yerini kötülüklere bırakır. Hayâ bir örtüdür; kişiyi günah işlemekten alıkoyar, günahtan uzak tutar. Bu örtü açılırsa kötülükler, fısk u fücur domino etkisiyle insandan insana yayılır. Nasıl mı?

Bir coğrafyanın masum insanları sırf servet, menfaat ve ideoloji için öldürülüyorsa, yaşadığın ülkede sokak ortasında hem de insanların gözü önünde güpegündüz cinayetler işleniyorsa, inancı uğruna yaşayan, inancı uğruna örtünen kişilere sözlü, fiili saldırılar yapılıyorsa, masum canlara, canlılara işkence çektiriliyorsa…

Allah’ın haram kıldığı dedikodu, gıybet serbestçe ortada dolaşıyorsa, kadın ve erkekler laubali bir ilişki ve iletişim içinde hareket ediyorsa, çocukların, gençlerin, yetişkinlerin kabahatleri günden güne artıyorsa, süzme cahillerin sözleri en çok konuşulanlardan, davranışları en çok beğenilerden oluyorsa…

Huzur ve saadet barınağı evlerimizde, sevgi ve merhametin yerine, nefret ve şiddetin dozu artıyorsa, ufacık hatalardan, bahane edilen sebeplerden dolayı aileler yıkılıyorsa, insanları aldatmak, hile yapmak, fahiş fiyatlarla ticaret yapmak kazanç sayılıyorsa, fuhuş, zina, sapıklık, sapkınlık; özgürlük oluyorsa, yalan bilgi ve haberlerle insanlar, kamuoyu saptırılmaya çalışılıyorsa…

Tezvirat ve yalanı ortaya çıkan kişilerin yüzleri kızarmıyorsa, moda, müzik, tüketim çılgınlığı artık her şeyin önüne geçiyorsa, insanlık haz ve eğlence peşinde kirli âlemlere doğru akıp gidiyorsa ve tüm bu olanlara karşılık, bunların yanlış olduğuna inanan kimseler hâlâ harekete geçmiyorsa bilelim ki, ortada hayâ eksikliği vardır.

“Hayâ, imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darmadağın olur. Her dinin bir ahlakı vardır, İslâm’ın ahlakı da hayâdır.”(2) İnsanlığa rehberlik eden, son ümmetin son peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) bu hadis-i şerifi, yaşadığımız durumun kısa bir özetidir. Evet, ortada bariz, aleni, gözle görülür bir biçimde bozulan bir nizam vardır. İnsanlığın nizamı bozulmuştur. Hem de kasten bozulmuştur, isteyerek bozulmuştur, bilinçli bir istek ve hareketle bozulmuştur.

“İman edenler arasında kötülüğün, hayâsızlığın yayılmasını isteyenler ve sevenler için dünyada da ahirette de elim bir azap vardır.” (Nur, 19) Hayâ bir toplumu ayakta tutan mihenk taşıdır. İnsanlar hayâlı olursa Allah’a isyan olmaz, nefse zulmedilmez, insanlara kötülük yapılmaz. Canlar, mallar, çocuklar, aileler, insanlar güvencede olur. Hayânın olmadığı yerde toplumun vicdani ve ahlakî çöküntüsü başlar. Günahlar çoğalır, suçlar artar. Hayânın ortada olmayışı nefse güç katar. Nefis taraftarları cesaretle istedikleri gibi hareket ederler. Bunun adına da özgürlük derler. Küçük bir eleştiri, bir kınama yapacak olursan bunun bir yaşam hakkı olduğunu söyleyerek seni mağlup edebilmek için türlü türlü yollara müracaat ederler.

Daha da ileri giderek insanlar, ideolojiler, sistemler, aydınlar (!), krallar, elitler, patronlar hayâyı hedef alan karşıt söylem ve hareket geliştirirler. Bu isteklerini çağdaşlaşmak, modernleşmek, medenileşmek, batılılaşmak gibi maskeleri takarak fikir, söylem, moda, müzik, sinema gibi araçları kullanarak topluma kanalize etmeye çalışırlar. Toplumun küçüğünden büyüğüne, gencinden yaşlısına kadar her kitleyi hedeflerine alırlar. Özellikle çocuklara, gençlere ve kadınlara sinsice yaklaşırlar.

Değerler küçümsenir, kabahatler hoş karşılanır, yaptıklarını sorgulayamayan ama değerlerini, dinini sorgulayan kimlikler meydana getirirler. Birileri konuşur, başkaları dinler; kalabalıklar toplanır, bilinçler, bilgiler yok edilmeye çalışılır. Ahlaklı olmak kötülenir, değerler kirletilir, güzide şahsiyetler gözden düşürülür. Satranç oyununda olduğu gibi şahlar (!) hayâyı mat edebilmenin binlerce yolunu dener…

Bugün geldiğimiz noktada insanımızda, toplumumuzda, medeniyetimizde her geçen gün yaygınlaşan bir hayâsızlık furyası, hayâsızlık hastalığı vardır. Ancak buna seyirci kalmak, ahlar çekip rehavete kapılmak doğru değildir. Karşılaştığımız hayâsızlık, yaşanılan hayâ dışı örnekler, bizlerde şok etkisiyle gevşeme, kabuğuna çekilme, mücadeleyi bırakma anlamına gelmemelidir. Hayâ hedefimiz, hayâsızlık mücadele ettiğimiz şey olmalıdır.

Hayâlı bir dinin hayâlı insanları olmak, bize yakışan bir durumdur. Biz insanımızı severiz. Onlara kızarız, küseriz, lâkin onların kabahatlerine, yanlışlarına, bizden, onlardan sadır olan günahlara kızarız. Kötü örneklere, kötü gidişata teslim olmadan hayâya tutunmak bizim imanımıza, ahlakımıza, kültürümüze, medeniyetimize yakışan bir durumdur. Bir toplumda iyiler, kötüler kadar cesaretli olabilmelidir. Bize yakışan da budur!

Kaynakça

1) Buhârî, Îmân, 16. 2) İbni Mâce, Zühd, 17.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?