Göz onu gördü, kulak onu duydu, gönül onu sevdi. Bu sevgi kendiliğinden olmadı, hiçbir şeyin kendiliğinden olmadığı gibi. Yaradanı sevdi onu ilkin. Lâ İlâhe İllallâh dedikten sonra onu andı kendisiyle birlikte. Hatta affedilmek için onun adına sığınanlar oldu ondan öncekiler. Âdem (a.s) gibi… Sonra peygamberlerin sonuncusu kılarak tüm peygamberlerin son halkası haline getirdi ve Hâtemü’l-Enbiyâ namıyla nam kıldı. Sonra mesajlarını evrensel kıldı ve tüm kabile, aşiret ve millete görevlendirdi. Sonra alemlere rahmet olarak vasıflandırdı.

Doğumuyla birlikte onu hasretle bekleyenlerin gözleri nurlandı ve Allah düşmanlarına bazı ipuçları verildi sonlarının geldiğine dair. Doğumuyla annesi Amine sevindi, dedesi Abdülmuttalip sevindi, baş düşmanı Ebû Leheb sevindi. Annesi belki doyasıya sevemedi, dedesi belki doyasıya sevemedi fakat onu öyle sevenler oldu ki kendi aşiretinden, kabilesinden, malından, servetinden, makamından, dünya ve içindekinden, kendi anne-babasından, çoluk çocuğundan, hatta kendi nefislerinden bile ziyadece sevdiler.
Hiç kimseye nasip olmamıştır “Annem babam sana feda olsun Yâ Resûlallah” cümlesi. Kim kimin için anne-babasını veya kendini feda eder? Hangi lidere, hangi komutana, hangi babaya, hangi sevgiliye nasip olmuştur bu söylem? Sade o yaşasın diye canlarını onun canına katmaya hazır can fedalar vardı etrafında. Değil kendilerinin yerinde onun eziyet çekmesini, ayağına bir dikenin bile batmasını istemezlerdi.
Gelin bu can fedakârane olaylardan birkaç tanesini hatırlayalım ve sevmenin nasıl olduğunu somut bir şekilde görelim.
Mekke’de rahat kalmayıp, çember daraldıkça daralınca nübüvvet için yeni üsler aranıyordu. Bu yerlerden biri de Taif’ti. Taif’e dayılarının yanına gidip risaletini yaymaya çalışacaktı. Gitti. Fakat ne gidiş! Allah düşmanları onu taşlamaya başladılar. Yanında evladı bildiği azatlı kölesi Zeyd b. Hârise vardı. Sevgili, taşlara maruz kalmasın diye her taraftan gelen taşlara siper olmaya çalışıyor hem taş atanlara yalvarıyor hem de taşlara göğüs geriyordu. Bir bahçeye sığındıklarında da kendi yaralarını unutmuş, Sevgilinin yaralarını temizliyordu.
Bir başka olay var ki ancak ileride peygambere damat olacak bir cengaverin yapabileceği bir sevgi ve itaat örneğiydi: Yine oğlu gibi yetiştirdiği, evinde büyüttüğü Hz. Ali sevgisidir. Mekke’den Medine’ye hicret izni verilmiş ve Sevgililer Sevgilisi de hazırlıktadır. Ama yine Allah düşmanları iş başındadır. Evi ablukaya almışlar. Vakit gece yarısı. Ölüm, kırk koldan evi sarmış ve birkaç adım ötede. Yerine binlerce can feda edilesi Resûlullah’ın yerine kendini feda edecek bir can lazım. Ali… Kılıçların ve hançerlerin gölgesinde Resûlullah’ın yatağına yatmış ve O’nu kendine tercih etmiştir. Allahu Ekber! Bu ne itaat, bu ne sadakat!
Yine hicret yolu, yakın dostu, gelecekte kayınpederi olacak, Sıddık lakaplı yol arkadaşı. “Mağaraya sığınan ikilinin ikincisi” diye tarif edilir Cenab-ı Hak tarafından Hz. Ebûbekir. Herhangi bir tehlikeye karşı mağaradaki tüm delikler kapatılmış, biri hariç. O deliği kapatacak bir şey yok ayak topuğundan başka. Topuğunu deliğe dayar ve peygamberin oraya geldiğini duyan bir yılan peygamberi görmek uğruna onun en sevdiği arkadaşını ısırır. Yol arkadaşı biraz daha dinlensin, yola çıktığında hemen yorulmasın diye arkadaşını rahat ettirmeye çalışan sadık dostun gözlerinden dökülen bir yaş mübarek yüze damlar ve mübarek yüzün sahibi uyanır ki arkadaşı ölümle pençeleşmektedir. Mübarek tükürüğüyle sıvazlar ve arkadaşının iyileşmesi için dua eder. Ölümüne sevda dedikleri bu olsa gerek.
Sevgililer sevgilisi için can vermeye, onu korumak adına kendini siper etmeye sayılamayacak kadar örnek vardır. Bunlardan biri de Uhud Gazvesi’nde meydana gelen bir olaydır. Müslüman okçuların bir anlık gafleti savaşın seyrini değiştirmiş ve Müslümanların zor durumda kalmasına neden olmuştur. Efendimiz yaralanmış, mübarek yanaklarına miğferi batmıştı. Bunu gören Ebû Ubeyde b. Cerrah kendini Efendimizin önüne atmış ve miğferin parçasını çıkarmak için Ebûbekir (r.a)’den izin istemektedir. Resûlullah’ın yanaklarından onu çıkarmak için birbiriyle yarış içindedirler. Daha fazla acı çekmesin. Kanı yere dökülmesin diye. Ebû Ubeyde, eliyle çıkarmaya çalışıyor parçaları. Fakat Resûlullah’ın bu şekilde daha çok acı çektiğini görmüştür. En iyi çözüm, dişe batanı dişle çıkarmak. Parçalardan biri çıkınca Ebû Ubeyde’nin dişlerinden biri de kırılıyor. O’nun için bir değil bin diş feda! İkinci parçayı çıkarınca ikinci bir diş de kırılıyor. Yine aynı düşünce: Onun için iki diş değil iki bin can feda! Allahu Ekber! Bu ne sevgi, bu ne aşk! Yine Uhud Gazvesi dönüşü. Sahnede bu defa canından çok sevdiği oğlunu şehid veren bir kadın. Kebşe binti Ubeyd. Oğlu Sa’d b. Muaz şehid olmuş. İçi acıyla buruk buruktu. Resûl-i ekreme iyice yaklaştı, atının dizginlerine yapıştı, Peygamberimizin (sav) mübarek yüzüne baktı ve “Annem babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Sen sağsın ya sizi sağ salim gördük ya ne kadar büyük felakete uğrasak yine önemsizdir. Biz üzgün değiliz, siz de bizim için üzülmeyiniz” dedi. Bunun gibi orduyu karşılayanlar kendi aile ve çocuklarını değil, peygamberimizi soruyorlardı.
Onu sevmek bir iman göstergesiydi. Bunu hadîslerinde de belirtmiştir Hatemü’l-Enbiyâ. Birkaç hadîsi zikredelim:
“Sizden birinize ben, kendi nefsinden, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığım müddetçe tam iman etmiş sayılmaz.”1
Bu sevgi bir insanda gerçekleşmezse, o insan gerçek mümin olamaz. Nitekim, Abdullah b. Hişâm, Hz.Ömer’in (r.a) bir gün Peygamber’e (sav) şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Ey Allah’ın Resûlü sen bana, nefsim hâriç her şeyden daha fazla sevimlisin” demiştir.
Hz. Peygamber (sav) ise, O’na “Hayır ey Ömer, nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki; sen, beni nefsinden de daha fazla sevmedikçe gerçek iman etmiş olamazsın.” buyurmuştur. Hz. Ömer de (r.a) O’na: “Vallâhi şimdi sen bana nefsimden de daha fazla sevimlisin” dediğinde, Hz. Peygamber (sav): “Şimdi imanın kemâle ermiştir ey Ömer” demiştir.2
Bir başka örnek ki Peygamber uygun gördüğü için kendisiyle denk olmayan biriyle evlenmek zorunda kalan bir kadın. Zeynep binti Cahş. Eş adayı azatlı bir köle. Kendisi soylu bir aileden. İlkin kabul etmez. Bunun üzerine şu ayet iner:
“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzâb, 36)
Emir yerine getirilmiş ve Efendimizin azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile evlenmek zorunda kalmış. Fakat anlaşmazlık olunca ayrılık yolu görünmüştür.
Vefatında ise öyle bir hüzün yaşanmıştır ki ölümün hak olduğunu çok iyi bilen sahabî, şeytanın bile karşılaşmaktan korktuğu Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in vefat etmesinin acısına tahammül edememiş, kendisinden geçmiş, perişan bir halde kılıcını eline almış, ayakta şöyle diyordu: “Kim Peygamberimizin öldüğünü söylerse başını keserim. Rasûlullah Rabbine gitti. Hz. Mûsâ’nın (a.s) Tur Dağına Rabbi ile konuşmaya gittiği gibi. Peygamberimiz en kısa zamanda geri gelecek. Hz. Peygamberin öldüğünü yalan yere kim iddia ederse onun başını uçuracağım.” Öte yandan, Hz. Osman şaşkına dönmüş ertesi güne kadar bir kelime bile söyleyemeden gölge gibi dolaşmıştı. Hz. Ali de kederinden donmuş kalmıştı.
Sadece sahabesi sevmedi onu. Görmedikleri halde onun aşkıyla yanıp tutuşan birçok kalp vardı. Ümmet onu sevdi. Onun için ciltler dolusu eserler yazdılar. Divanlar dolusu şiirler yazdılar. Kelimeler, onu övmekle hayat buldu her asırda, her millette. Geri gelmeyeceği bilindiği halde özlemle beklenen kurtarıcı olarak kaldı.
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
(Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.) (Fuzûlî)

Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi…
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi…
Nerde kaldın ey Resûl,
Nerde kaldın ey Nebi? (A. Nihat Asya)

Sana en fazla muhtacız.
En fazla sana muhtacız.
Uyandır bizi uykumuzdan…
Gel ey sevgili!
Bir gelişle gel, bir gülüşle gel.
Doğ ufkumuza, sar dünyamızı,
gir gönlümüze yeniden…
Sana muhtacız (İskender Pala)

Yağmur, gülşenimize sensiz baldıran düştü
Düşmanlık içimizde, dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcân düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü (Nurullah Genç)

Kaynakça

1) Buhârî, İmân: 8; Müslim, İmân: 69,70. 2) Buhârî, Muhtasar Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 31.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?