Modern Batı felsefesinde bilim ve felsefe iç içe geçmiş iki zorunlu epistemolojik ve teknik faaliyetlerin bütünüdür. İnsan için önemli görülen bu iş birliği daha kaliteli bir yaşamın tesisi için gerekli görülmüştür. Ancak günümüze bakıldığında bilim ve felsefenin bireyin somut olanaklarını ortadan kaldırıp varoluşun tüm coşkusunu bitirdiğini ve bu durumun bireyin gerçek varoluşunu tehdit eden bir kriz içine girmiş olduğunu görebilmek gerekir.

Öyleyse, açıkça, modern felsefede bir kriz olduğunu ifade etmek mümkündür. Bu kriz ise 17. Yüzyıldan itibaren René Descartes (1596-1650) ile birlikte başlamıştır. Descartes’ın insanı, bir yanı yer kaplamaz ruh bir yanı da yer kaplayan bedenden oluşan varlık olarak açıkladığı teori modern insan anlayışının temelidir. Bu teoriye göre ruh ve beden farklı şeylerdir ve ikisinin bir araya gelmesi de sorun teşkil eder. Dolayısıyla Descartes’ın tartıştığı res cogitans (ruh-düşünce) -res extensa (varlık-madde-beden) ikiliği modern insanın bölünmesinin kaynağıdır.

Descartes’ın tartıştığı bu sorun iki felsefi akım olan rasyonalizm ve empirizm için son derece ideal ve istenen bir imkânı da doğurmuştur. Zaten felsefe bu iki akım arasındaki mücadeleden ötürü körelmiş ve hakikate ulaşmada ciddi sorunlarla karşılaşmıştır. Descartes’ın ‘düşünüyorum o halde varım’ önermesindeki varoluşu sadece düşünmeye bağlaması bir hakikat sorunu olduğunu da ortaya koyar. Çünkü varoluş birden fazla nedene dayanır. Öyleyse ‘varoluşum karışık ve birden fazla nedene dayandığı için varım’ ifadesi insan için daha uygun olacaktır. Oysa modern felsefi düşüncenin bunu gündemine almaya yanaşmadığını ifade etmek gerekir. Bu durumda rasyonel felsefenin doğrudan insanla ilgilenmediğini ve onu dünyada var olan bir element olarak gördüğünü belirtebiliriz. Hakikatin insanın dışında, doğada veya akıl mahkemesinde aranması modern felsefenin yaptığı büyük bir yanlışlıktır. Oysa hakikat insana sunulan bir şey değildir tersine onun içindedir. Bunu engelleyen ise soyut düşüncedir. Öyleyse soyut düşüncenin değeri hipotezle, tanımla belirlenir ki bu bireyi şeylerden soyutlar ve onun somut karakterini bir kenara iter.

Modern felsefedeki bu yanlışlığın yapıldığı konulardan biri de rasyonel teolojidir. Tanrı, ruh, sonsuzluk, iman gibi konuların akıl yoluyla bilinebileceğini iddia eden rasyonel teolojinin, özellikle, son iki yüzyıldan beri dinle eşdeğer olarak kabul edilmiş olması ve resmî kilisenin bu eşdeğerliliğe onay vermesi birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda rasyonel teolojinin iddialarına en ciddi uyarıları yapan ise Danimarkalı filozof ve teolog Soren Kierkegaard (1813-1855) olmuştur. Kierkegaard’ın kiliseye karşı çetin bir isyan başlatmasına nedenlerden biri de resmi kilisenin rasyonel teolojiye onay vermesiydi. Nitekim gençlik yapıtı Korku ve Titreme’de İbrahim Peygamber’in oğlunu Tanrı’ya kurban etme girişimindeki varoluşun kaçınılmaz sonucu olan inancın akıldışı, paradoksal ve anlaşılmaz tarafını öne sürmüştür. Çünkü iman akılla açıklanamaz. İnancın içinde varoluşun akıldışılığı vardır.

Dolayısıyla Kierkegaard, kendi adımıza düşünmemizi öyle tutkuyla istiyor ki yeri gelince İncil’i aradan çıkarma fikrini de düşünmekten çekinmemiştir. Nitekim Kierkegaard, insanın Tanrı karşısındaki durumunun tek tek olması gerektiğini savunur. Ancak aklı çıkış noktası yapan filozofların tek kişi ile Tanrı’nın bu başbaşalığını hiçbir zaman anlamayacaklarını iddia eden Kierkegaard’a göre onlar ancak bireyleri hayalî olarak tür içinde evrenselleştirerek kendilerini oyalamış olurlar. Öyleyse kurumsal ve rasyonel bir Tanrı inancı bireyin gerçekliğinden ve imanından uzak soyut bir içerik taşır.

Her şeyi rasyonel bir teori bağlamında anlamaya çalışmanın insan üzerindeki etkisinin olumsuz olacağı aşikârdır. Öyleyse düşünce, akli gerekçelendirmeler, bilimsel kanıtlar ve kurumsallaşmış her türlü dinî unsurların Tanrı ve birey arasına bir set oluşturması kabul edilemez. Dolayısıyla Kierkegaard’da ‘Tanrı Huzuru Kategorisi’ merkezî bir öneme sahiptir ve bu da bireysellikle olan bağının kuvvetiyle alakalıdır. Öyleyse öznel düşünce yeterince derinleşirse aşkının yolunu açarak Tanrı huzurunda olabilir. Böylece insan isterse başkasıyla kuramadığı bağı ancak Tanrı’yla kurabilir. Çünkü Tanrı, kendisiyle ilişki kurulabilen tek varlıktır. Bunun yolu da hür bir irade ile mümkündür.

Kierkegaard spekülatif (saf akla dayalı) felsefenin Tanrı’yı kanıtlama çabasını eleştirir ve Tanrı’nın varoluşunun bireyin özgürlüğü bağlamında değerlendirildiğinde her yerde hazır ve nazır olduğu iddiasını sürdürür. Çünkü kanıt nesnel açıdan kesin olan bir şeyi göstermek demektir. Oysa kesinlik ile tutku (iman) bir araya gelemez. Dolayısıyla eğer biz Tanrı’nın var olduğunu bilseydik, onun var olduğuna dair elimizde kesin kanıt olsaydı, o zaman imana gerek olmazdı. Tanrı’nın varlığına ilişkin bir kanıtımız olmadığı için iman olanaklıdır. Bu bağlamda Tanrı’nın varlığından rasyonel imkânlarla haberdar olamayız. Kierkegaard’a göre Tanrının gerçekten benden ne yapmamı istediğini görmek Tanrı-insan ilişkisinde asıl meseledir. Çünkü Tanrı’yla kurulan ilişkide nesnel, rasyonel ve kavramsallaştırılmış bir bilgiden söz edilemez. Bu durumda bilinçli olarak Tanrı’ya inanan kişi ancak umutsuzluğu aşabilir. Çünkü Tanrı insanın ölçütü ve amacıdır. Kişideki Tanrı düşüncesi ve inancı ne kadar gelişirse, benliği de o kadar gelişir.

Bu bağlamda Tanrı’ya duyulan sevginin aklı aştığını savunan Kierkegaard’a göre Tanrı sevgisi idrak edilemez, çünkü O’nun sevgisi bütün anlayışları aşar. Dolayısıyla sevgi öne çıkarılırsa dinin de özce içselliğinin kilisenin dışsal bir form olan törenlerinden daha üstün olduğu anlaşılacaktır. Kierkegaard içsel bir Tanrı anlayışını savunur ve kendi kişiliğini korumaya çalışmak için görünmeyen bir Tanrı’ya ibadet ettiğini belirtir.

Buna göre aklın yetenekleri inancı anlamlandırmada yeterli görülmez; Dolayısıyla din, rasyonel bir gerekçelendirmeyle değil de varoluşçu bir bakış açısı bağlamında anlaşılacağı gerçeği söz konusudur. Böylece kutsal metin saf ve mutlak olmayan egzistansiyalist (varoluşçu) bir tutumla değerlendirilebilir.

Sonuç olarak, modern felsefedeki birçok içinden çıkılmaz sorunlardan biri olan rasyonel teoloji kişideki imanın zayıflatılmasına yöneliktir. İman akla dayalı olmak zorunda değildir. Öyle olsaydı iman diye bir şey olmazdı. Oysa kişiyi yaşama bağlayan en önemli şey imandır. Rasyonel gerekçelendirmelerin hayatın her alanına müdahil olması kişiyi ancak umutsuzluğa sevk eder ki umutsuzluk da imanın en büyük düşmanıdır.

Kaynakça

Bochenski, J.M, Çağdaş Avrupa Felsefesi, (Çev. S. Rifat Kırkoğlu), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1997.

Dinçer, Kurtuluş, Kısaca Felsefe, Pharmakon Yayınları, Ankara, 2012.

Kierkegaard, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, (Çev. İbrahim Kapaklıkaya), Anka Yayınları, İstanbul, 2005.

Kierkegaard, Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe, (Çev. D. Şahiner), Türkiye İş Bankası Yayınları. İstanbul. 2013.

Kierkegaard, Şimdiki Çağ: Başkaldırının Ölümü Üzerine, (Çev. Bülent Tokdemir) Paris Yayınları, İstanbul, 2017.

Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, (Çev. M. Mukadder Yakupoğlu), DoğuBatı Yayınları, Ankara, 2010.

King H. Robert, Tanrı’nın Anlamı, (Çev. Temel Yeşilyurt), İnsan Yayınları, İstanbul, 2001.

MacIntyre Alasdair, Varoluşçuluk, (Çev. Hakkı Ünler), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2001 Reneaux, Roger, Egzistansiyalizm Üzerine Dersler, (Çev. M. Korlaelçi), Erciyes Üniversitesi Matbaası, Kayseri, 1994.

Tokat, Latif, Varoluşçu Teoloji, Elis Yayınları, Ankara, 2013.

West, David, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, (Çev. Ahmet Cevizci), Paradigma Yayınları, İstanbul, 1998.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?