Ruh, emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanundur. Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisimdir. Rûhun kendi mâhiyetini bilmede de aczi vardır ki, bu âcizlik, nice hakikatlere pencereler açıyor. Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir ilgisi yok. Ruhtaki üzüntü, gözden yaş olarak dökülmekte.
Her beden, kemalat derecesini ruhta bulur. Ruhsuz bir beden, kısa bir süre içerisinde kokuşur ve ceset olarak anılır. Eğer soğuk bir yerde muhafaza edilmezse, birkaç saat sonra kokudan dolayı cesedin yanında duramazsınız. Onun için ölen insanları, ana maddesi olan toprakla buluşturuyoruz.
Bedensiz bir ruhu gözlerimizle görebilecek özellikte yaratılmadık. “Ruh, nasıl bir şey?” diye soranlara, doğru cevap: “Bilmiyorum!” olmalı. Ya da, en doğrusu ve en güzeli olan, Kur’an üslûbunu ölçü alarak: “Çok az şey biliyoruz.” denilmeli. Böyle demekle sorunun gerçek cevabı verilmiş olmakla kalınmaz, insan kendini ve haddini de bilmiş olur. Ruh ve beden ayrılmaz mükemmel bir ikili ortak gibidir. Hâsılı bedensiz bir ruh ve ya ruhsuz bir beden düşünülemez. Bu ikisinin bileşimi ile varlıklar canlanır. Ruh bedende neşvünema bulduğu sürece uzun yıllar geçse de beden bozulmaz, kokuşmaz. Yani bedenin canlılığını sağlayan şey, ağırlığı ve hacmi olmayan iksir ruhtur.
Bu kadar önemli olan, bedenimizin karanlık dehlizlerini kendi ışığı ile aydınlatan, bedenimize can katan ruh sağlığımızı ne kadar önemsiyoruz? Ruh ile beden arasındaki ilişki, elektrikle mükemmel bir fabrika arasındaki ilişkiye benzer. Ruh işletilmezse beden ruhen ölmüş olur, sürekli buhranlar ve boşluklar oluşur zihnimizde.
Uzun yaşam boyunca bedenimiz hastalanıyor, yıpranıyor ve yaşlanıyor. Beden sağlığımızı koruma adına sağlıklı ve dengeli beslenme, zararlı yiyecek ve içeceklerden sakınma, günlük spor egzersizlerini yapma gibi aktiviteleri ihmal etmiyoruz. Ya ruh sağlığımız için ne gibi aktiviteler yapıyoruz? Hayat şartları bizi üzüyor, şaşırtıyor, öfkelendiriyor, kederlendiriyor, kaygılandırıyor ve mahcup ediyor.
Bütün bu olumsuz şartlar, ruhumuz üzerinde derin izler bırakır. Girdiğiniz sınavın sonucu kötü ise bir iz. Beraber olduğunuz arkadaşınız size karşı ihanetin, dalaverenin elhasıl bilumum üçkâğıdın içinde olduğunu öğrendiğinizde, onsuz yapamadığınız, bir gün bile görmeseniz hasreti çektiğiniz sevgiliniz sizi terk ettiğinde nasıl bir duygu yaşarız? Yine bin bir ümitle belki bir iş bulurum da çalışır eve ekmek getiririm amacı ile aşındırdığınız eşiklerden terslenmenize karşılık, ömürlerine ömrünüzü katmak sureti ile yetiştirip büyüttüğünüz çocuklarınızın hayata tutunamaması sonucu, bir sürü masraf yaparak güle oynaya evlendirdiğiniz kızınız ve ya oğlunuzun bir süre sonra boşanması durumunda neler hissedersiniz? Kurduğunuz şirketinizin ünü ülkeye yayıldı, neden sonra işler ters gitti ve iflas ettiğiniz durumlar karşısındaki ahvaliniz…
Bütün bu durumların bileşkesi olan büyük kalıntılar, ruhumuzu daraltır, bedenimizi sıkmaya başlar, bir an gelir nefes almakta zorlanırız. Artık olaylar karşısındaki tepkilerimiz normal bir insanın tepkileri gibi olmayacaktır. Bir zamanlar bizim için vazgeçilmez olan değerler anlamını yitirir. Kendimiz, sevdiklerimiz dünya ve içindekiler anlam kayması yaşar içimizde. Yetersiz beslenen ruhlar, bu hayat dalgaları karşısında yıkılıverir. İşte böylesi dalgaları, hasarsız atlatma adına ruhumuzun sağlığına gerekli ehemmiyeti vermeliyiz. Tıpkı bedende olduğu gibi, ruhumuzun da sağlıklı ve dengeli beslenmesine ihtiyacı vardır. Peki, ruhumuzun gıdası nedir? Onu ne tür yiyeceklerle doyuracağız. Ruhu rahatlatan, Allah’a kulluk ve itaat, nizam ve intizam, sâlih amel, insanlık yararına yapılan şeyler, fedâkârlık ve sükûn gibi moral değerlerdir. Bunu hissetmemiz zor değildir. İhtiyacı olan bir insana, karşılıksız bir yardım elini uzatın. Kötü olarak bilinen bir alışkanlığı yapmayın. Ne hissedeceksiniz?
Ruh, zâtında hayat ve şuur sahibi; girdiği cismi de hayata kavuşturan özelliktir. Cahil bedene şuurlu işler yaptırır. Yol, iz tanımayan ayakları diyar diyar gezdirir. Akılsız beyin hücrelerinden bilgi fışkırtır. Bir şey bilmeyen dudaklardan ilim ve hikmet akıtır. Gerçeği böylece tespit eden ruhlar, varlık âlemini çepeçevre kuşatan ve akıllara durgunluk veren rahmet, kudret ve hikmet tecellîlerini ibretle seyrederler. Bunu başaramayanlar ise, bedende kaybolur, tabiatta boğulur ve mahvolurlar.
İnsanoğlu zor zamanlarında sığınacak bir yer, bir kimse arar. Bu kimsenin, ondan daha güçlü ve zengin olması önem arz eder. Hiç kimse bu gibi durumlarda kendisinden daha biçare durumundaki birisine sığınmaz. Sığınsa bile sadra şifa olmaz.
Bir düşünelim, tüm çareler tükendiğinde son çare kimdir? Bütün kapılar yüzümüze kapandığında kapısı daima açık olan kimdir? Hiç kimse bizi barındırmasa bile arzını bize açan kimdir?
Ebuzer (r.a.) naklettiği Kutsi bir hadiste yüce Allah, Peygamberi aracılığı ile bize şöyle buyuruyor: ‘’Ey kullarım! Ben zulmü kendime yasak kıldım ve onu sizin aranızda da yasakladım. Sakın birbirinize zulmetmeyin. Ey kullarım! Benim hidayete erdirdiğimin dışında hepiniz dalalettesiniz, benden hidayet isteyin ki sizi hidayete erdireyim. Ey kullarım! Benim doyurduğumun haricinde hepiniz açsınız. Benden isteyin ki sizi doyurayım. Ey kullarım! Benim giydirdiğimin dışında hepiniz çıplaksınız. Benden isteyin ki sizi giydireyim. Ey kullarım! Siz gece gündüz hata işliyorsunuz. Benden bağışlanmak isteyin ki ben sizi bağışlayayım. Ey kullarım! Sizler bana zarar verecek güce erişemezsiniz ki, bana zarar veresiniz. Ve bana fayda verecek güce erişemezsiniz ki, bana fayda veresiniz. Ey kullarım! Sizin başlangıç ve sonunuz insanınız ve cininiz içinden en takvalı birinin kalbi üzere olsa, bu benim mülkümde hiçbir şey artırmaz. Ey kullarım! Sizin başlangıcınız ve sonunuz, insanınız ve cininiz sizden içinden en facir/ zalim-kötü birinin kalbi üzere olsa bu da benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Ey kullarım! Sizin başlangıcınız ve sonunuz insanınız ve cininiz yüksek bir yerde ayağa kalkarak benden dilediğini istese, ben de her isteyenin istediğini versem. Bu benim katımdakinden ancak bir inenin denize sokulduğu zaman eksilttiği kadar eksiltebilir. Ey kullarım! İşte bu sizin amelinizdir. Bunları size sayıyorum, sonra size bunları vereceğim. Kim hayır bulursa Allah’a (c.c) hamd etsin kim de bundan başkasını bulursa bunun için ancak kendisini kınasın.”
İşte bu… İste, isteyebileceğin kadar. Bir kuldan bir şey dilesen yüzünü buruşturur. O yüceler yücesinden istemezsen yüzünü buruşturur. Fark bu işte!
Ruhumuzu, O’nu zikrederek, ona şükrederek gıdalandıralım. Geniş zamanlarımızda O’nu analım ki, zor zamanlarımızda yanımızda bulalım.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?