كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Nisa, 110)
İman üzere kurulmuş bir ümmetin en belirgin özelliği, temellerini devam ettirmesidir. Allah (c.c), “Kalk ve uyar.” dediği günden son nefesini verinceye kadar Resûlullah (sav), oturmadı. İman ateşi tüm gönülleri yaksın diye gece gündüz, gizli açık, Allah’tan aldığı mesajı en yakınlarından başlayarak tebliğ etmeye çalıştı.
Muhatabının iman ateşiyle yanmazsa cehennem ateşinde yanacağı tutkusuyla kendini helak edercesine bir tebliğ ve davet çalışması içindeydi.
Önce bu tutku sadık dost Ebubekir (r.a)’e sıçradı. Öyle ki eski dostlarına gidip Hira’dan doğan güneşin nuruyla önce onlar aydınlansın istedi. Kendisi için istediğini dostları için de istedi. Sahabenin güzideleri kendi eliyle imana ermiş oldu.
İmanın yaktığı ateş o kadar güçlüydü ki, sahibini yerinde durdurmuyordu. Yeni bir sure inmişti. Bunun duyurulması gerekiyordu muhatap Mekke ahalisine. Ama, bu hiç de kolay olmayacaktı. Allah diyerek geçinme dönemi, yerini Allah diyerek canından geçmeye bırakmıştı. İstişareler yapıldı. İnen ayetler sahabe efendilerimizin yüreğini ısıttığı gibi, şirkin buzullarında yüzen Kureyş’i de ısıtsın diye duyurulacaktı. İmanın yücelttiği zayıf bedenli Abdullah b. Mes’ud öne atıldı, bana nasip olsun bu şeref dedi. Bedenin zayıf, eziyet ederler dendiyse de izin istedi Efendisinden (sav). Kureyş’in kalabalık olduğu bir esnada Kabe’nin kapısına yöneldi ve merdivenlere çıkarak Levh’i Mahfuz’dan okur gibi Er-Rahman… Alleme’l Kur’ân… diye devam etti. Okuduğu ayetlerin aşkıyla kendinden geçmiş bir halde öldürülürcesine dayak yemişti. Gözünü açtığında tebliğ yapmış olmanın sevincini alemlerin Efendisine anlatmıştı. Tebliğ ettim Ya Rasulallah (sav), demişti.
Ayaklarına takılmasın diye üç talakla boşamışlardı dünyayı. Kureyş’in itibarlı, zengin, yakışıklı genci Mus’ab (r.a), imanın lezzetini başkaları da alsın diye Yesrib’e gitti. Gece gündüz durmadan anlattı. İslâm’ın nuruyla Medine oldu yesrib. Yıllarca birbirini boğazlayan Evs ve Hazrec kardeş oldu Mus’ab (r.a)’ın davetiyle.
Konuşmanın yerini çatışmaya bıraktığı günler gelip çatınca Habeşistan’a sefer gözüktü. Ehl-i kitabın kalbine ok gibi saplanmıştı Cafer-i Tayyar (r.a)’ın okuduğu Kur’ân ayetleri. Şahsi ikbal hayalinden vazgeçtiler. Ne pahasına olursa olsun hakikatin duyulması gerekiyordu. Sığındıkları ülkenin kralının huzurunda tevhidi haykırıyorlardı. Tebliğ sadece konuşmak demek değildi. Zalim hükümdarın karşısında bile olsa hakikati haykırmaktı.
Hudeybiye’de sulh imzalanınca, kollarını sıvadılar. Fırsat doğmuştu konuşmak için. Silahların gölgesinde sözlerin değer kaybedeceği aşikârdı. Bunun için küfür daima kargaşa ortamını besler. 10 yıllık bir sulh olacak, dileyen dilediği tarafla konuşup anlaşabilecekti. Bugün olduğu gibi o gün de küfrün söyleyecek sözü olmadığı için bir yıl dayanamadılar sulh ortamına. Kargaşa çıkarıp kan döktüler. Yeter ki konuşmasın İslâm’ın davetçileri istediler. Öyle bir aşkla dökülüyordu ki dudaklarından kelimeler, az bir hayat belirtisi olan vicdanlar, çatlamış toprakların suya kavuşması gibi yeşeriyordu.
İnsanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olmanın vasfı, tebliğ etmekti. Dünyalık elde etmek için değil, imanın hissiyatıyla okyanuslar aşmaya niyetlenmekti. Allah (c.c), bu ümmete güvenmiş, tekrar Peygamber göndermeyeceğini vaad etmişti. İnsanlık için çıkarılmış bir ümmet vardı ortada. Peygamber varisi alimler yetiştirecek bir ümmet. At sırtında Medine’den yola çıkıp Endülüs’ü fethedince kibre kapılmayan, taş toprak için değil Allah’ın kelimesi yüce olsun diye çırpınan sahabe efendilerimiz olmasaydı bize vahyi kim ulaştıracaktı. Atını okyanusa sürüp “Ey Allah’ım! Eğer şu deniz önüme çıkmasaydı rızan için bütün dünyayı fethederdim. Sen şahit ol.” diyen Ukbe b. Nafi olmasaydı davete âşık yiğitleri nasıl tanıyacaktık.
Onlar at sırtında Allah’ın kelimesi yüce olsun diye dağlar aştılar. Toprak kimin umurunda, Cennet karşılığında canlarını Allah’a sattılar.
“Allah’a yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın, senin sebebinle bir tek kişiye hidayet verip doğru yola iletmesi, senin için, kızıl develerin olmasından (ve bun¬ları tasadduk etmenden) çok daha hayırlıdır.” Buyuran Resûlullah’ın (sav) sözleri sahabe için davet ateşini harlamıştı. Yarışıyorlardı adeta. Nerelere gitsek de bir kimseye Rabbimizi anlatsak diye çırpınıyorlardı. Herhangi bir kabileden davet isteğinde bulunulunca Suffa’da bulunan tüm sahabeler gitmek için can atıyorlardı.
Davete öyle bir aşk ile bağlanmışlardı ki, bir seferinde yetmiş hafız sahabe tebliğ yolunda pusuya düşürülmüş, şehit edilmişti. Bir kabileye tebliğ için gidilecekti. Yetmiş sahabe izin istemişti Efendilerinden. İman etmek, İslâm’ı öğrenmek isteyen kabilenin elçileri Peygamber mescidine gelince bu davetten nasibini almak için yetmiş sahabe yola çıkmıştı aşkla. Davet için çıktıkları yolda Maune kuyusuna varınca şehit edildiler. Bundan ders çıkarıp(!) bir daha tebliğ ve davete çıkmasalardı, “İsteyen mescide gelsin biz burada tebliğ yapacağız.” deselerdi şeytan ne kadar mutlu olurdu. Ama onlar yine de durmadı.
Kibirlerinden burunlarının önünü göremeyecek ülkelerin krallarına mektuplar hazırlanmıştı. Allah’ın Resûlü (sav)’nden …. Kralına diye. Bunların ulaştırılması gerekiyordu o zamanın saraylarına. Belki elçi olarak çıktıkları yolda hakaretlere uğrayacaklar, şehit edileceklerdi. Şehit de oldular hakarete de uğradılar. Ama yine de gittiler. İnsanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmet olmak kolay değildi. Peygamberlerin görevini kıyamete kadar bu ümmete yüklemişti Allah (c.c). Adeta “Size güveniyorum bir daha peygamber göndermeyeceğim davet sizin sırtınızda.” diye anlamışlardı ayetleri. Öldüler ama yine de dönmediler davet yolundan.
Ne kutlu bir yol açtılar davet sahasında. Ne mübarek bir sefere çıktılar tebliğ yolunda. Öyle bir aşk ateşi yaktılar ki 14 asır sonra bile kalbimizi ısıtıyor. Ey Rabbimiz! O güzide ashabın yolundan yürüyecek asrın davetçilerinden bizleri mahrum etme. Aynı aşkla yollara düşen yiğitlerden olmayı bize de nasip eyle. Sonu cennet olan yolculuk lütfeyle. Dünya bizi tüm renkleriyle soğuttu. Vahyinle tekrar ısıt bizi. Sönmeye yüz tutmuş heyecanımızı tekrar yak Ya Rab! Âmin!

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?