Yedinci yüzyıl Arabistan’ı her bakımdan bozuk, şirazeden çıkmış bir hâldeydi. Alabildiğine vahşileşmiş, canavarlaşmış, bütün güzel hasletlerden uzaklaşmış olan insanlık, o günkü kadar belki de azmamış ve bozulmamıştı. Öyle ki, kabilelere saldırıp hür insanları köleleştirecek, köleleri de hiç yere öldürebilecek kadar yoldan çıkmışlardı. Arabistan’ın her yanı bin türlü rezaletin, ahlaksızlığın zevkle işlendiği birer sefalet yuvası hâline gelmişti.

İçki su gibi içiliyor, kumar bütün çeşitleriyle oynanıyor, fuhuş sıkılmadan açıkça işleniyor, faiz ilikleri sömürüyordu. Kabileler arasındaki kan davaları yüzyıllar boyu sürüp gidiyordu. Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri bunun açık bir örneğiydi. Her iki kabile arasındaki düşmanlık yüz otuz yıldan beridir devam edip gidiyordu.

Kız çocukları utanç vesilesi sayılıyor ve canlı canlı toprağa gömülüyordu. İnsanlar taştan, tahtadan kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyor, onlar adına kurbanlar kesiyor, adaklar adıyor, onlara yalvarıp yakarıyorlardı. Bu sapık inanç ve adetler, onların kan ve damarlarına öylesine işlemiş, onlara öylesine inanıp bağlanmışlardı ki, ‘Biz atalarımızı bu yolda bulduk. Bu yol doğru yoldur. Ne olursa olsun yolumuzdan dönmeyiz’ diyecek duruma gelmişlerdi.

İşte böyle bir topluma; öyle biri gelmeliydi ki, kâinatın ne mana ifade ettiğini, insanın ne olduğunu, niçin yaratıldığını, bu dünyaya ne maksatla gönderildiğini, vazifesinin ne olduğunu öğretmeliydi. Anlaşılmaz bir kitap, manasız bir kâğıt tomarı hâline gelen kâinatı, manasızlıktan kurtarıp, neler ifade ettiğini anlatmalı ve insanın o muhteşem kitap karşısında nasıl davranması gerektiğini göstermeliydi. Öyle biri gelmeliydi ki; insanca yaşamayı, hayattan gerçek anamda zevk almayı; hakkı, hukuku, adaleti, eşitliği, sevgiyi, saygıyı, doğruluk ve dürüstlüğü nokta nokta işlemeliydi. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) ayetinin emrettiği şekilde insanların yaşamalarını sağlamalıydı.

Rasulûllah (s.a.s.) geldi ve…
‘Bakın’ dedi. ‘Şu muhteşem kâinata, şu muhteşem yıldızlarla süslü gökyüzüne; güneşe ve aya bakın. Nasıl ince bir hesapla döndürülüyor. Bakın geceye ve gündüze… Nasıl birbirini takip edip duruyor. Şu dağlara, ovalara, ırmaklara, toprak altına gömülüp yeniden dirilen sayısız bitkilere bakın. Kendi yaratılışınıza bakın ve bir damla sudan sizi yaratanı düşünün. Aklınızı başınıza alın. Bu işler rasgele işler değil, bunlar kendi kendine olmaz. Bunları anlayın da, şu kimseye zarar ve fayda vermeye gücü yetmeyen putlara tapmaktan vazgeçin. Sizi insan olarak yaratan Rabbinize iman edin ve yalnız O’na ibadet edin.’ “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 4) deyin.

Aklını kullananlar bu ilahi davete icabet etti ve…
Birbirinin kanını akıtmaktan perva etmeyen o milleti, karıncaya basamayacak derecede merhamet ve şefkat timsali yaptı.
Onların içinden öylesine büyük şahsiyetler çıktı ki, dost-düşman herkes onları takdir etti. Mesela Hz. Ebubekir… Resûlullah’ı (s.a.s.) tanımakla peygamberden sonra en üstün insan hâline geldi. Hayatını hak yoluna adadı, her şeyini Allah (c.c.) yoluna seferber etti.
Kendi kızını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli bir Ömer, imanı elde edip Peygamber terbiyesinden geçince, adaletiyle tarihe geçen bir önder oldu.

Yine onun terbiyesiyle, meleklerin dahi hayâ ettiği ve alabildiğine cömert Hz. Osman ile Hz. Ali gibi bir kahraman, ilim ve irfan sevdalısı, takva abidesi şahsiyetler yetişti.
Sıradan bir asker iken birdenbire ‘Allah’ın kılıcı’ oluveren harp dâhisi Halid b. Velid, bir siyaset dâhisi Amr b. As, sıradan bir köle iken ölünceye kadar başkomutan olma payesini koruyan Zeyd b. Harise ve oğlu Üsame, önceden bir çoban iken sonraları İran valisi olan, o makamda iken halktan biri gibi yaşayan Selman-ı Farisi gibi zatlar yetişti. Amcasının türlü türlü işkencelerine, ‘artık ebediyyen küfre girmem’ diye cevap veren Zübeyr b. Avvam gibiler yetişti.

Resûlullah (s.a.s.)’in davet ve terbiyesiyle, dipteki bir toplumdan zirve bir toplum meydana geldi ve bu toplumda Peygamber sevgisi Kur’an’da şu şekilde ifadesini buldu: “Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha sevimlidir.” (Ahzab, 6)

Hz. Ali’ye “Siz Resûlullah’ı ne kadar seviyorsunuz” diye sorulduğunda; o şu cevabı vermiştir:
“Resûlullah (s.a.s.) bize malımız, mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. Onu, susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu eder, daha çok severdik.”
Uhud harbinde, harbin en dehşetli anında, müşriklerden birinin attığı okun Resûlullah’a (s.a.s.) gittiğini gören ve hiç tereddüt etmeden, okun önüne elini uzatan Talha b. Ubeydullah’ın sevgisi…

Müşrikler kendisini yakalayıp vücudunu paramparça ederek şehit edecekleri esnada, ‘Senin yerinde Muhammed olsa istemez miydin?’ diye sorulunca; ‘Değil benim yerimde Resûlullah’ın (s.a.s.) olmasını, onun şu an bulunduğu yerde ayağına bir tek diken batmasını dahi istemem’ diyen Hubeyb b. Adiyy’in sevgisi…

Zaten Resûlullah (s.a.s.) da şöyle buyurmuyor mu: “Hiçbiriniz beni anasından, babasından, çoluk çocuğundan ve tüm insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz.”
İnsanlık; kan dökmenin, zayıfı ezmenin, acizi sömürmenin tabii bir zevk hâline geldiği bir toplumda, candan evvel canan görüşünün hâkim olabildiğini, bu nesilde görebilir. Köle iken yönetici ve kumandan olabilmenin, her zaman ve her yerde Hak’tan sapan idarecilere karşı haykırabilmenin ve yalnızca Allah’a baş eğmenin asaletini bu nesilde görebilir. Çünkü onlar Peygamber’in (s.a.s.) açıkladığı şu gerçeği benimsiyorlardı: “İman; arzularla, süslenmelerle değil, kalplerde yerleşmesiyle ve yaşayışın da onu doğrulamasıyla vücut bulur.”
Yüce Rabbimizin insanlığa lütfettiği mukaddes kitabımız elimizde, Allah’ın seçtiği şanlı Peygamberin risaleti önümüzde, İslam’ın yaşanması hâlinde fertte, ailede, toplumda meydana gelecek inkılâbı örnekleyen sahabe nesli yolumuzun üzerindedir.

Peki, biz neredeyiz?
Hâl böyle iken biz zulmet içerisinde yaşıyoruz. Mazlumlar korunmuyor. Sevgi, saygı, merhamet duygularımız yok olmaktadır. Cahiliye devrindeki huylar gibi huylar yaygınlaşmaktadır. En acısı da kendimize İslam dinini hayat nizamı olarak görmeyişimizdir. Hâlbuki Resûlullah (s.a.s.) Veda Hutbesi’nde bize Kur’an ve Sünnet’ini miras bıraktığını ve bunlara sarılırsak dağılıp parçalanmayacağımızı buyurmuyor mu?

Başka bir din gelmeyecek ve başka bir Peygamber de gönderilmeyecektir. O hâlde gelin hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım. Gelin hep birlikte Resûlullah’ı (s.a.s.) rehber edinelim. Gelin hep birlikte sahabe neslini örnek alarak yaşayalım ve şu ayetlerin gereğini yerine getirelim:
“Mü’minler, aralarında hüküm vermek için Allah’ın kitabına ve Peygamberine çağrıldıkları vakit, onların sözü ancak işittik ve itaat ettik demeleridir. İşte bunlar zafer ve saadet bulacak olanlardır.” (Nur, 51)

“Deki: Eğer babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, hoşunuza giden evleriniz, zarara uğramasından korktuğunuz ticaretiniz; size Allah’tan, O’nun Rasulünden ve cihaddan daha sevimli geliyorsa Allah’ın vaadini bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 24)

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?