Bismillah…
Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Giriş
Sözlükte; bir olayın oluşu esnasında hazır bulunmak, bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek gibi anlamlara gelen şehadet sözcüğü, dinî terminolojide Allah yolundaki ölüme denir ve bu ilahî nimetin bahşedildiği kişiye de şehîd denir.1 Şehîd sözcüğünde olduğu gibi genelde kelimelerin sözlük ile ıstılah anlamları arasında anlamlı bir münasebet vardır. Çünkü bir olguyu veya durumu gören, bilen ve haber veren kişi yaptığı bu şehadetiyle diğer insanları da görücü yapar, bilgi sahibi kılar ve onların ufkunu açar. Böylece olayı kuşatan kapalılık, karanlık ve bilinmezlikler giderilir ve iş vuzuha kavuşur. Şehîd de şehadetiyle bunun fazlasını yapmıyor mu? Şehîd, en değerli varlığını Allah yoluna adayarak hem diğer insanların ufkunu açar ve onları dinin değeri hususunda bilinçli kılar hem de fedakârlık, cihad, hayatının İslam davasına kurban olduğu, can ve malının cennet karşılığında yüce Allah’a satıldığı iddiasında ne kadar samimi, sözü özü bir olduğunu ispatlar.
Şehîd Seyyid Kutup, yargılanma sırasını beklerken içinde tutulduğu metal kafese bir subay yaklaşır ve alaycı bir edayla ona şöyle bir soru yöneltir: “Seyyid Bey, şehîd ne demektir?” Mısırlı bir subayın bu sözcüğü bilmemesine imkân mı var? Bunun üzerine Seyyid Kutup şu ufuk açıcı derinlikli cevabı verir: “Şehîd, Allah nizamının/dininin hayatından daha değerli olduğuna tanıklık eden kişidir.”2
Birçok ayette3 şehitliğin önemine ve Allah katındaki değerine dikkat çekilmekle beraber, Allah yolunda öldürülen kişiye şehîd denmesi Kur’an’dan ziyade sünnet uygulamasıdır. Çünkü Kur’an’da elli küsur yerde şehîd sözcüğü ve onun tesniye ve çoğul türevleri geçmektedir. Şehîd sözcüğü bazı yerlerde müşahede edileni, zahirî olanı ve daha genel bir ifadeyle dış durumları bilen anlamında olup bu manasıyla yüce Allah’ın esmâ-i hüsnâsındandır. Diğer yerlerde ise yaşantısıyla dinine tanıklık eden, düşünce ve fikriyatını yaşantısına yansıtan, hakka tanıklık eden örnek insan anlamındadır. Şu iki ayeti örnek olarak verebiliriz: “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık.”4 “Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şehîd (şahit ve örnek) olsun, siz de insanlara şehîd (şahit ve örnek) olasınız.”5 Yani, tekil olan şehîd sözcüğü Kur’an’da Allah yolunda ölen anlamında kullanılmamıştır. Bazı tefsir âlimlerimiz, şehîd sözcüğünün çoğulu olan şühedâ kelimesini geçtiği ayetlerde6 Allah yolunda ölen anlamında yorumlamışlar. Biz bu ayetlerdeki şühedâ kelimesinin Allah yolunda ölenler anlamında olabileceği gibi daha önce açıkladığımız örnekler anlamında da olabileceğini düşünüyoruz. Hatta tekil sözcüğü ile uyum göz önünde bulundurulursa bu ikinci anlamın daha güçlü bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.
Bakara, 143 ve Hac 78 bağlamında şehîd sözcüğünün yüklediği mana ve sorumluluğu düşündüğümüzde Yüce Allah’ın, insanlar arasında Hz. Muhammed (sav) ümmetini; hakşinas, özü sözü bir, adil, dürüst, iyi ahlak sahibi, ilimle seçkin, vasat bir çizgiye sahip ve öncü bir cemaat kıldığını söyleyebiliriz. Bugün Müslümanlar olarak bunun neresinde olduğumuzu sorgulamalıyız.
Şehîd sözcüğünün Allah yolunda ölen anlamında kullanılması ise yoğun bir sünnet uygulamasıdır. Sünnette çok detaylı bir şekilde şehidin kim olduğu, sahip olduğu nimet ve faziletler, şehadet şartları, şehadet hükmündeki ölümler vb. konular işlenmektedir.
Şehîd olmakla değil, tanık olmakla yükümlüyüz
Şehîd olmak, kişinin sahip olduğu en değerli ve paha biçilmez varlığını yüce Allah için feda etmesi zirve bir amel ve yüce bir mertebedir. Böyle bir mertebe peşinden koşulmaz mı? Bu mertebe Müslümanın rüyasını süslemez mi? Elbette evet. Hatta yüce Allah’a yakınlık hususunda kendimizi ne kadar kusurlu birisi olarak görsek bile ve şartlarımız şehadete elverişli olmazsa dahi bu mertebe talep edilebilir. Çünkü O’nun fazlı ve keremi iyilik halimiz oranında dağıtılmak zorunda değildir. Kaldı ki bu hususta öncümüz de vardır ve dolayısıyla bu istekte haksız da sayılmayız.
Rivayete göre Hz. Ömer (ra) sık sık şöyle dua ederdi: “Allahım, beni şehadetle rızıklandır ve ölümümü Peygamber’in (sav) şehrinde kıl.” Onun bu dua ve isteğini gören bazı Müslümanlar meraklarını gidermek babından, “Bu nasıl olur?” diye soru yöneltirler. O, onlara cevaben, “Allah dilerse olur.” der.7 Evet, görünürde o dönemde şehadet talep eden kişi, Medine dışına çıkıp sınır bölgelerindeki cihad ordularına katılmalı idi. Ömer (ra) ise hem ölümünün Medine’de olmasını istiyor hem de şehadet arzusunu taşıyor! Fakat kullar için zor olan yüce Allah için zor değil ve Ömer (ra) her iki isteğini de elde ediyor.
Şehadet ulaşılması emredilen ve kişinin kendi çabasıyla elde ettiği bir nimet olmaktan ziyade, yüce Allah’ın sevdiği kulunun hayatını büyük bir ikramla taçlandırmasıdır. Bundan yola çıkarak deriz ki, biz şehadeti talep edebilir, rüyamızı onunla süsleyebiliriz. Fakat bilinmelidir ki bizden istenen fariza bu değil. Bizden istenen ve Kur’an’da çok kere vurgulanan bir sorumluluk var. O da İslam’ı yaşamak ve onu doğru bir şekilde temsil etmektir. Ne insanlığın en iyisi olan Allah Resulü (sav) ne de ümmetinin en iyisi ve halefi olan Ebu Bekir (ra) şehîd olmuştur.
Yüce Allah’ın mealen, “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”8 buyurarak iyi yaşantısına şahitlik ettiği Hz. Muhammed (sav) hakkında O’nu (sav) en yakından tanıyanlardan birisi olan annemiz Aişe (ra) şöyle buyurmuştur: “O’nun ahlakı Kur’an idi.”9 Allah Resulü (sav) maddi ve manevi her türlü nimet ve güç unsurlarına kavuştu. İsteseydi, döneminin en büyük zengini, çağının en büyük siyasi lideri vb. dünyevi vasıfları elde edebilirdi. Fakat o gelen malları dağıttı, böylece evinde aylarca sıcak yemek pişmedi. Halkından farklı yaşamadı. Saraylar, köşkler yaptırmadı, sade bir hayat yaşadı. Bir görev düştüğünde arkadaşları gibi çalıştı, kendisine bir ayrıcalık tanınmasını istemedi. “Toplumun efendisi O’na hizmet edendir.”10 düsturuyla hareket etti, son derece mütevazı bir hayat yaşadı. Nice saptırma teklif ve tehditlerine rağmen davasından taviz vermedi. İslam’ı iyi anlatarak ve güzel yaşayarak risalet vazifesinin hakkını verdi.
Allah Resulü’nden (sav) sonraki ilk örneğimiz Ebu Bekir (ra), hem Mekke döneminde hem de Medine’de, hem er iken hem devlet başkanı iken iyi bir Müslüman olarak yaşadı. Özü sözü bir olduğundan es-Sıddîk; dünya yerine ahirete yatırımı tercih ederek servetinin tümünü Allah yolunda bağışlayıp eski elbiseler giydiği için Zü’l-Hilal; çok şefkatli ve merhametli bir gönül ehli olduğu için Evvâh vb. nice güzel lakaplarla anıldı. Halid b Velid (ra) hayatını at sırtında Allah yolunda savaşarak geçirdi. Ama ölüm kendisine savaş meydanında değil de yatakta ulaştı. Fakat o, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdi. Bu hususta örnekleri çoğaltabiliriz.
Yüce Allah bizden kendi yolunda ölmeyi değil; istikamet üzere, istediği tarzda bir hayat yaşamayı istiyor. “İbrahim bunu kendi oğullarına da vasiyet etti, Yakub da öyle: “Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün” dedi.”11 İslam üzere ölmeyi nasıl garanti edebiliriz? Bunu, ancak İslam’ı sağlam ve doğru dürüst bir şekilde yaşayarak ve bu kaygıyı vicdanimizin derinliklerinde hissederek sağlayabiliriz.
Şehadet aşığı bir Müslüman, dini yaşama ve temsil etme sorumluluğuna yoğunlaşmalıdır. Çünkü ondan istenen budur. Müslümanın dini sorumluluklarını genel bir tasnifle üç grupta toplayabiliriz: İlim, ahlak ve hareket. İlimden kastımız, dini ihtiyaç kadar tam ve doğru bir şekilde öğrenmek, anlamak ve kavramaktır. Ahlak ise İslam’ı yaşamayı ifade etmektedir. Hareketten ise Müslümanın canlılığını ve aktifliğini somutlaştıran davet ve tebliğ çalışmalarını anlıyoruz. Şu ilahî kısa mesaj ne kadar da camidir! “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”12 Bu ayette Allah katındaki güzellik sözü geçen üç sorumluluğa bağlanmıştır.
Evet, ilmi kuşanmak ve ilmi birikimi artırmak, ilahi bir buyruk olmakla beraber kurtuluş için tek başına yeterli değildir. Müslüman, ilim elde etmekle yetinmemeli, ilmi ile amel etmeli, sahip olduğu ilmi hayatına taşımalıdır. Aklın inandığını gönül kabullenmeli ve onu yaşantısıyla somutlaştırmalıdır. Biz bunu ahlak/süluk/İslamî yaşantı olarak nitelendiriyor, kurtuluşu da iman ve salih amel birlikteliğinde görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de ve birçok sahih hadiste iman ve salih amelin birlikteliğinin önemine sıkça vurgu yapılmaktadır. İslami davet ve tebliğ, sadece dille yapılmaz, asıl ve etkileyici olan davet, örnek bir yaşantıyla olur. Hasan el-Hudeybi, “İslam devletini nefsinizde/kişiliğinizde/gönlünüzde kurunuz ki, yaşadığınız topraklarda kurulsun.” diyerek Müslüman bir şahsiyetin davet konusunda atması gereken ilk adımın çerçevesini çizer. Yüce Allah, tanıklık, iyi temsiliyet ve güzel örneklik anlamındaki şehîd sorumluluğumuzu vurguladığı Hac 77-78. ayetlerde kurtuluşumuzun ibadet, cihad ve toplum yararına çalışmaya bağlı olduğunu ifade etmektedir.

1. el-Mu’cemü’l-vasî, birinci cilt, sayfa 497.
2. Salah Abdülfettah el-Halidî, Seyyid Kutup Mine’l Mîlad ile’l İstişhad kitabı, sayfa 481.
3. Bakınız: Bakara, 154; Nisâ, 69; Âl-i İmrân, 169; Muhammed, 4-6.
4. Bakara, 143.
5. Hac, 78.
6. Bakınız: Nisâ, 69; Zümer, 69; Hadîd, 19.
7. Sahihî Buharî, Fezâilu’l Medine, 1890; İbn Sa’d, Tabakat, Medine Tarihi.
8. Kalem, 4.
9. Müslim, Müsâfirin 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 163.
10. el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs, 2:463. Hadis âlimleri bu rivayetin zayıf olduğunu belirtmişler.
11. Bakara, 132.
12. Fussilet, 33.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?