Tasavvuf, züht, sülûk, terbiye, tezkiye, mücahede… Tüm bu kelimelerin anlamı bir yerde birleşiyor: Nefsi terbiye etmek ve onu her türlü günahtan arındırarak Allah’a yakınlaşmak için çabalamak.
Tasavvuf ehlinin ekseriyeti, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) hem Buhârî’den hem de Müslim’den rivayet edilen Cibril hadisindeki “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmendir; sen onu göremiyor olsan da O seni görüyordur” diye tabir ettiği “ihsan” derecesine ulaşmak için çok çaba harcarlar. Bu mertebe, tasavvuf yolcusunun her işinde ve hareketinde nefsini muhasebeye çektiği aşamadır ve bunun adına da “murakabe” denir.
“Tasavvuf”, “tezkiye” yahut bu yolu tanımlamak için zikrettiğimiz başka hangi kelime varsa hepsinin bir hakikati, farklı şekillerde anlaşılması/kullanımı, iddiası, ifratı ve tefriti vardır. Bu sebeple her şeyin kendine has bazı sabitelerinin olması elzemdir.
Konuyla alakalı Cüneyd-i Bağdadi şöyle demektedir: “Resûlullah’ın (s.a.s.) izini süren yollar dışındaki bütün yollar insanlar için içinden çıkılmaz yollardır.” Bir başka sözünde de “Kur’an’ı hıfzetmeyen ve hadisleri yazmayan birinin bu konuda (tasavvufta) izinden gidilmez. Çünkü yolumuz Kur’an ve Sünnet’e bağlıdır” der. Herkesçe malumdur ki bu sözlerin sahibi İmam Cüneyd-i Bağdadi tasavvuf yolunun öncü şahsiyetlerinden biridir.
İmam Şâtıbi de kitabı “el-İ’tisam”da şöyle demektedir: “Cahillerin pek çoğu tasavvufçuların, Sünnet’e bağlılıkta gevşeklik gösterdiklerine, onların yeni yeni ibadetler uydurduklarına ve şeriatta delili olmayan şeyleri söylediklerine ve yaptıklarına inanırlar. Hâlbuki onlar bu tür inanç ve sözlerden beridirler. Onların kendi tarikatlarını üzerine bina ettikleri ilk şey Sünnet’e bağlı olma ve ona aykırı olan şeylerden sakınma esasıdır.”
Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî de şöyle der: “Onlar tasavvuf ismini, bidat ehli kimselerden kendilerini ayırt etmek için özel olarak benimsediler.”
Sehl et-Tüsteri’ye “Fütüvvet nedir?” diye sorulunca “Peygamberin (s.a.s.) Sünnet’ine sarılmaktır” demiştir.
Âlimler gerçek tasavvufun İslam şeriatının özü, ruhu, meyvesi ve hikmet yönü olduğunu beyan etmişlerdir. Fakat ilk asırlardan sonra iddialardan, bidatlerden ve sahte anlayışlardan müteşekkil bir tasavvuf türedi. Bu yüzden ilim ehlinin birçoğunun Kitap ve Sünnet’e aykırı batıl iddialı tasavvuftan ayırt edilmesi için hakiki tasavvufun ve gerçek sufiliğin ne olduğunu yazıp çizdiklerini yer yer görürüz.
Fî Zılâli’l-Kur’ân sahibi Üstad Seyyid Kutub’un tasavvufa dair görüşlerine gelecek olursak, onun birçok ayeti tefsir ederken tasavvufun özünü açıklamaya çalıştığını görürüz. Bunu yaparken bazen “tasavvuf” lafzını kullanırken bazen de kullanmamayı tercih eder fakat temelde tasavvufun özünü ve asıl manasını ortaya koymaya çalışır. Allah’ın kullarını sevmesi ya da kullarının O’nu sevmesinden söz ederken şunları söyler: “Rabia el-Adeviyye’nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını hissiyatıma taşımaktadır!
(Ey Rabbim!) Sen tatlı ol da varsın hayat acı dolsun,
Sen razı ol da bütün insanlar bana öfkeyle dolsun,
Benim aram yeter ki seninle iyi olsun…
Varsın bozuk olsun bütün âlemle.!
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi önemsizdir.
Toprak üstünde ne varsa hepsi toprak olacaktır!”
Bu sözleri açıklarken şöyle diyor: “Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifade edilemeyecek bir olay olunca; kullarından birinin O’na yönelik sevgisi de ancak sevenlerin sözlerinde zaman zaman ifade ve tasvir edebilmesi mümkün olan ve nadiren rastlanan bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının vardığı kapı burasıdır.” (Maide Suresi Tefsiri)
Sonra şöyle devam eder: “Sözünü ettiğimiz bu sevgi, şanı yüce olan Allah’ın, zayıf ve aciz olan kullarından birisine olan sevgisidir. Kulun, nimet veren ve lütuf sahibi olan rabbine sevgisi de varlık âlemini bürüyüp koca evrene yayılır. Her canlının, her şeyin özüne işler. Hava ve gölge gibi varlık âlemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.”
“Andolsun ki, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belli edinceye sizi kadar deneyeceğiz. Haberlerinizi de sınayacağız” meâlindeki Muhammed Sûresi 31. ayeti tefsir ederken şöyle der:
“Yüce Allah, insanların nefislerinin özünü ve cevherini bilir. Gizli saklı tüm hallerini görür. Her olanı ve olacağı bildiği gibi tüm bunları da bilir. O halde ne için bu imtihan? İmtihan neticesinde ortaya çıkacak olan ilme kimin ihtiyacı var? Hikmeti açık (yüce) olan Allah, insanoğlunu gücü dâhilinde olan şeylerle, tabiatına uygun ve yeteneklerinin sınırı içinde olan şeylerle yükümlü kılar. İnsanlar O’nun bildiği gizli gerçekleri bilmezler. O halde gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekir ki insanlar da onları kavrasınlar, öğrensinler, kesin bilgi ile bilsinler ve sonra da onlardan yararlansınlar. Sıkıntıyla, bolluk ve rahatlıkla, nimetlerle ve sefaletle, varlık ve darlık ile, zorluk ve ferahlık ile imtihan edilmek… Bütün bunlar nefislerin tabiatında ve cevherinde gizli olan ve hatta kişilerin bizzat kendilerince bile meçhul olan cevheri ortaya çıkarır. İmtihanın insanların tabiatlarına dair ortaya çıkardıklarını yüce Allah’ın bilmesine gelince, bunun anlamı insanların gördükleri zahirle O’nun ilminin birbirine bağlanmasıdır. İnsanlara etki eden, duygularını ortaya çıkaran ve güçlerindeki araçlarla hayatlarını yönlendiren, onların ruhlarının derinliklerinde olan gizli gerçekleri akıllarının kavrayabileceği biçimi ile görmeleridir. İşte yüce Allah’ın imtihanla gözetmiş olduğu hikmet böylece ortaya çıkar ve gerçekleşir. Bununla birlikte mümin olan bir kul Allah’ın belası ve imtihanı ile karşı karşıya gelmemeyi temenni eder. O’nun vereceği esenliği ve rahmetini arzu eder. Buna rağmen Allah’ın belasına uğrayınca, ona sabreder çünkü onun gerisinde gizli olan hikmeti kavramıştır. Allah’ın hikmetine güvenerek, rahmetini ve imtihandan sonra vereceği esenliği arzu ederek, O’nun dilemesine teslim olur.”
Ayetin tefsirinin sonunda bizlere Fudayl b. İyaz’ın bir sözünü nakleder ve şöyle der: Âbid ve sûfi olan Fudayl kendisine bu ayet okunduğu vakit ağlar ve şöyle dermiş: “Allah’ım bizi imtihan etme! Çünkü bizi imtihan edersen rezil rüsva oluruz. Sırlarımız ifşa olur ve senin azabına uğrarız.”
Bizler Üstad Seyyid Kutub’un gerçek tasavvuf kavramına ilişkin düşüncelerinin böyle olduğunu biliyoruz. ■

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?