Abdurrahman Beyaz- Suriye Zindanlarından Özgürlüğe Kaçan Bir Esir: Ahmed Hamadeh-2
Ebu Kasım’ı tembihledim. ‘Şehadet getir. Öleceksin. Ben de öleceğim, hepimiz öleceğiz!’ dedim. Öldürdüler onları. Tek kelime edemedik. Bizi izleyen bir asker vardı çünkü. Ben Guta’dan ayrılmadım. Onlar beni çıkarttı… Şimdi geldi. Özgürlüğüne kaçan bir esir geldi…
Gardiyan geldi. Birkaç kişinin isimlerini saydı. Beş kişi olduk. Ben, Vail Saragibi, Fevvaz Bedran, Muhammed Hatib ve Gassan Bellur. Maen adında bir subay geldi. ‘Ben ölüm meleğiyim’ dedi. ‘Yok, yok, ölüm meleği değil, ben Allah’ım…’ ‘Ya ben yaşatacağım ya ben öldüreceğim! Birazdan alacağım sizi, eğer hoşuma giderseniz yaşarsınız, aksi halde ölürsünüz.’ dedi. Arabaya bindik. Bizi kasaya bağladılar. İki üç dakikalık bir yolculuktu. Otoyoldaki geçiş tüneline geldik. Bu tünel subay Maen tarafından, Harasta için bir savunma merkezi olarak kullanılıyordu. Neredeyse altmış tane asker vardı ve oraya vardığımızda altmışı da bizi dövmeye başladı. Sabaha kadar dövdüler. Kendine ölüm meleği diyen subay tekrar geldi. ‘Bana bakın! Eğer çalışırsanız yaşarsınız, çalışmazsanız ölürsünüz.’ dedi. Biz de çalışmaya başladık. Yeri kazıp, çuvalları toprakla dolduruyorduk. Bölgenin güvenliği için sur yapıyorduk.
Beş mahkûm, birbirimize zincirle bağlıydık. Beraber yürüyüp, beraber dönüyorduk. Üçüncü gün, Vail Seragib subayı çağırdı. ‘Efendim! Müsaadeniz olursa 15 dakika dinlenmek istiyoruz.’ dedi. Subay ‘Başka kim dinlenmek istiyor?’ diye sordu. Gassan Bellur ‘Ben de!’ dedi. Subay bize ‘Ya siz?’ diye sordu. Ben sessiz kaldım, konuşmadım. Diğer iki kişi de sustu. Sadece Vail ve Gassan dinlenmek istediğini söyledi. ‘Yıkanabileceğimiz bir yer var mı?’ diye sordular. ‘Elbette!’ dedi subay. ‘Çözün onları!’ dedi. Vail ve Gassan’ı çözdüler. Bizi de diğer köşeye gönderdiler. Subay, Gassan ve Vail’e ‘Siz yoruldunuz mu? Dinlenmek mi istiyorsunuz?’ diye sordu. ‘Evet’ dediler. Askerlere ‘Onları rahatlatın!’ diye emir verdi. Asker, Gassan’ın eline ateş etti. Gördüğüm bu şeyi aklım almıyor. Başka bir asker geldi. ‘Efendim, ben de vurmak istiyorum’ dedi. ‘Sen de diğerini ayağından vur!’ dedi subay. Vail ayağından vurulunca yere düştü. ‘Ayağa kalk!’ dediler ama kalkmadı. Başka bir asker daha ateş açmak için izin istedi. O da vurdu. İkisi de beş veya altı kurşun yedi. Sonra da subay aldı silahı. İkisini de taradı. ‘Öldüler, öldüler!’ diye bağırmaya başladım diğer mahkûmlara. Öldürdüler onları ama tek kelime edemedik! Bizi izleyen bir asker vardı çünkü.
Gün batımında çağırdılar bizi. Gittik. ‘Kabir kazın!’ diye emrettiler. İkisini de örttükleri için göremedik onları. Kabirleri kazdık. Yarıya kadar inince bir kayaya denk geldik, daha fazla kazamadık. Subayın canı bu duruma sıkıldı. ‘Taşıyın! İrbin’den gelenler vurdu onları’ dedi. Ama ben gözlerimle gördüm onların vurduğunu. Cesetleri taşıdık. Suzuki marka bir arabaya koyduk. Oradan şubeye götürdüler. Onları indirip, onların yerine iki tane diri mahkûm getirdiler. Duma’lı Abdülmuin eş-Şalet ve Zamalkalı Muhammed Hayr Naddaf’ı getirdiler. Onları arabadan indirdiklerinde, Abdülmuin eş-Şalet’in her yeri masmaviydi. Her yeri… Kan lekeleri de vardı. Muhammed Hayr Naddaf ise 55 yaşlarında yaşlı bir adamdı. İki yıl gözaltı süresi geçirdiğinden vücudu perişan haldeydi. Vücudu tamamen bitmişti. Getirdiklerinde onlara da bir karşılama partisi düzenlediler. Bizi karşıladıkları gibi karşıladılar. Ama bizimkinden daha korkunçtu. Dövdüler, yerde sürüklediler. Kablolarla, borularla, kemerlerle dövdüler. Subay onlara sordu. ‘Rabbin kim?’ dedi. Abdülmuin parmağını kaldırarak ‘Allah!’ dedi. Subay hem dövüyor hem de ‘Beşşar de, kurtul!’ diyordu. ‘Rabbim Beşşar de ve kurtul!’ Ben kendi karşılama partimde Rabbimin Beşşar olduğunu söyledim. (Ahmed Hamadeh ağlıyor) Ben ve diğer dört kişi de. Abdülmuin eş-Şalet, onu öldüreceklerinin farkındaydı. Biliyordu öleceğini. ‘Rabbim Beşşardır demeyecek misin?’ dedi subay. Gidip barut getirdi. Barutla göğsüne ‘Beşşar’ yazdı ve ateşe verdi. Yandı ama tatmin olmadılar. Naylon bir poşet getirdiler. Ateşe verip üzerine damlattılar.
Her şeyi gördük. Ama ağlayamadık, konuşamadık, hiçbir şey yapamadık. Gördüğü işkenceden dolayı diğer mahkûm Muhammed Hayr Naddaf felç geçirdi. Olduğu yerde felç geçirdi. Abdülmuin eş-Şalet ise yakıldıktan beş dakika sonra şehit oldu. Biz yine çalışmaya başladık. Şubeyi arayıp bir tanesinin öldüğünü söylediler. ‘Gelin, yenisini getirin!’ dediler. Telsizle konuştular. Bizi çağırdılar. Abdülmuin eş-Şalet’i arabaya taşıdık. Ve şubeye götürdüler. Onun yerine Kafar Batna’dan Luiy Bellur diye birini getirdiler. Muhammed Hayr Naddaf felç olduğu için yürüyemiyordu. Alıp götürdüler ve askerlerin odasının olduğu yere boynundan bağladılar. İşkence etmeye başladılar. Üzerine bevl ediyorlardı. ‘Havla!’ diyorlardı, havlıyordu. Çöp kovasını üzerine boşaltıyorlardı. Biz dört kişiydik. Luiy Bellur’a da karşılama partisi yaptılar ama o ölmedi. Bu yüzden bizimle zincirlediler. Dördümüz birlikte çalıştık. İki ya da üç gün sonra Muhammed Hayr Naddaf’a yapılan pisliklerden dolayı her yer çok kötü kokmaya başladı. Subayın yanına gittik ve onunla konuştuk. ‘Siz bu kokudan rahatsız olursunuz. İzin verirseniz uzakta bir yerde yıkayalım onu’ dedik ve kabul etti.
O an anladım ki hepimiz öleceğiz, idam edileceğiz. Bizi asla şubeye götürmezlerdi. Çünkü anlatırdık her şeyi. Bunu öldürdüler, şunu öldürdüler vs. diye. Ebu Kasım’ı (Naddaf) tembihledim. ‘Şehadet getir, öleceksin! Hepimiz öleceğiz!’ Ama dili dönmüyordu. Kıyafetlerini yıkayıp giydirdim. Birden ‘Açım!’ dedi. Çok açtı, yemek istiyordu. Askerlerin attığı kuru bir ekmek vardı. Gidip onu getirdim. Sadece iki lokma yiyebildi. Tekrar gelip bağladılar onu. Bizi de işe geri gönderdiler. Başımızda gönüllü bir çavuş vardı. Kıyafetlerini değiştirip geldi. Dördümüzü sıraya dizdi. Hepimize sormaya başladı: ‘Ne söylüyordun gösterilerde?’ Bana sorunca: ‘Özgürlük istiyoruz!’ dedim. Başkasına sordu: ‘Ben yanından geçiyordum sadece, bir şey söylemedim!’ dedi. Muhammed Hatib cevap verdi: ‘Lanet olsun ruhuna ey Hafız’ dedi. Çavuş ayağa kalktı, kablo getirdi. Askere, subaydan zincirlerin anahtarını almasını emretti. Muhammed Hatib’i çözdü. Ebu Kasım yani Muhammed Hayr Naddaf kenarda bağlıydı zaten. Biz dört kişi beraberdik. Muhammed Hatib’i çözünce üç kişi kaldık. Onu tek bıraktı. ‘Ölene kadar döveceğim seni!’ dedi. Onun zincirini bir araç lastiğine bağladı. Çok büyük bir tekerlekti, traktör tekerleği gibiydi, ona bağladılar. Muhammed Hatib nereye giderse tekerleği de taşımak zorunda, aynı zamanda peynir dolu çuvalları da. Çünkü çalışması lazım. Dayaklarını da arttırdılar tabi.
Ertesi gün Naddaf’a emretti ‘Havla!’ diye. Naddaf bu sefer yapamadı. ‘Alın şunu!’ dedi. Sonra da Muhammed Hatib’i çağırdı. Bizim yanımızdaydı. Naddaf’tan sonra Hatib’i de çağırınca anladık ki onları katledecekler, idam edeceklerdi. Muhammed Hatib ne diyeceğini bilemiyordu. Ailesine ve çocuklarına haber vermemizi istiyordu, üç küçük kızı vardı. Hepimizin kaderi aynıydı. O da bilmiyordu ne yapacağını. ‘Tamam, geliyorum!’ derken bize dönüp: ‘Hakkınızı helal edin!’ diyebildi sadece. ‘Bana dua edin…’ dedi. Ben de onu teselli etmek için ‘Hadi git! Biz de ardından geleceğiz’ dedim. (Sonra her ikisini kurşunlarla şehit ettiler.) Onların bedenlerini taşıyıp arabaya koyduk. Aynı şeyler tekrarlandı. Onları şubeye götürdüler. İki yeni mahkûm getirdiler yine. Tekrar beş kişi olduk. İrbin’den İhsan Nasrallah’ı ve yine İrbin’den Muvaffak el-Cendeli’yi getirdiler. Geldikleri an ben Ebu Rami’ye göz kırptım, çalışmaya başlayalım diye. Ebu Rami ve Muvaffak’ı beraber zincirlediler. Biz üçümüzü de beraber yine…
Ebu Kasım, Naddaf öldükten sonra kaçmaya karar verdim. Kaçmam lazım diye düşündüm. Ya ölecektim ya da en kısa zamanda kaçacaktım. Fevvaz Bedran’la konuştum. ‘Benim bir yolunu bulmam lazım, yönleri bilmeliyim’ dedim. Bir plan yaptım. Subay hep bir yöne bakıyor ve ateş ediyordu. Demek ki Özgür Suriye Ordusu o taraftaydı. Kadir Gecesi’nde kaçmayı düşündüm. Ramazan’ın 26. Günü saat 00:00 oldu. Tabi ben kaçışımızdan diğerlerini haberdar etmiştim. O esnada zincirimi onlardan ayırmıştım. Çünkü biri bile reddetse ben kendim gidecektim. Biz bir hendeği kazıyorduk. Fevvaz ayağını oynatınca benim ayağım hareket etmedi. O zaman anladı benim zinciri kırdığımı. ‘Zinciri mi kırdın?’ dedi. ‘Evet’ dedim. Onun zincirini de kırmamı istedi. Onunla Luiy Bellur arasındaki zinciri de kırdım. Böylece üçümüzün de ayağındaki zincirler ayrılmış oldu. Ben sadece yanımdakileri kırmıştım. Ebu Rami’nin yanına gittim. Ona planımızdan bahsettim. Ebu Rami ve Muvaffak el-Cendele’nin de zincirlerini kırdım. Ve onlara U dönüşünün oraya kadar olan planı açıkladım. Aşağıya indiğimizde bir U dönüşü olacaktı, karşıya geçmemiz için. Oraya doğru koşacaktık, eğer birimiz vurulursa kimse onu kurtarmayacaktı. Yani benim hedefim, en azından birimizin kurtulmasıydı.
Saat 00:00 olunca çavuş nöbeti devraldı ve yerine oturdu. Silahını bacağına koymuş, telefonuna bakıyordu. O an kalbim hızla çarpmaya başladı. Durmam gerektiğini düşündüm. Plandan vazgeçmeliydim. Ama aynı anda dedim ki ‘Çıkmamız lazım, çıkmalıyız!’ Onlar koşmaya başladı. İkinciden sonra ben de hareket ettim. Ben adım atar atmaz askerler toplandı. Arkamızdan ateş etmeye başladılar. İçinde iki askerin olduğu diğer bir noktadan da ateş açıldı. O kontrol noktasındaki tüm asker ve subaylar üzerimize ateş ediyordu. Karşıdaki Özgür Suriye Ordusu ne düşünüyordu? Rejim güçlerinin onlara ateş ettiğini zannettiler. Bu sebeple ÖSO’da karşılık vermeye başladı. Ben etrafıma baktığımda Luiy Bellur’dan başkasını görmedim. İrbin’e vardığımızda, gördüğümüz ilk ağacın altında Ebu Rami’yi otururken bulduk. Sonra arka arkaya iki odadan üç adam çıktı. Yanımdakilerle anlaştım: ‘Siz nar ağacının orada durun, ben kendimi tanıtayım’ Elime bir taş aldım. ‘Eğer biri bana yaklaşırsa ve rejimden biriyse taş atarım, diğeri de beni vurur’ dedim. Planım böyleydi. İki adım öne yaklaştım. Ellerimi kaldırdım: ‘Ateş etme!’ dedim. ‘Kimsin sen?’ diye sordu. ‘Ne yapıyorsun burada?’ dedi. ‘Sabret biraz, ateş etme! Ben hapisten kaçtım’ dedim. ‘Ayağımda zincirler var. Ne olur ateş etme!’ dedim. O asker diğerine, komutanı aramasını söyledi. Demek ki onlar da devrimdendi.
Ebu Rami sanki onlardan birini tanıyormuş gibi birden onlara doğru koştu. İrbin lehçesiyle konuşmaya başladı. Kucaklaştılar. O anda çığlık atmaya başladım. Tekbirlerle haykırıyordum. Birinin ayağına yapışıp ‘Allah aşkına bizi buradan çıkarın!’ dedim. ‘İki yaralı daha var. Buraya getirebilir misiniz?’ diye sordum. O merkezin sağ tarafında devrimcilerin bir yeri daha vardı. Oradan Fevvaz Bedran’ın çıktığını gördüm. Ama kendini tanıtamadığı için onu dövmeye başladılar. Oraya vardığımızda ‘Bu Fevvaz!’ dedim. Dövülürken de görmüştüm. Çıkarttılar bizi. Karargâha götürdüler. Bir arabaya bindirip oradan Tıp Merkezine götürdüler. Her tarafımız kan içindeydi. İrbin’deki Tıp Merkezindeydik. Oturdum ve çığlık atmaya başladım. Kim bana yaklaşsa bağırıyordum. Uzaklaştılar benden. Böyle bir haldeydim. Uzaklaştılar. Saçları ağarmış yaşlı bir amca geldi. ‘Sabırlı ol, sen güvenli bir yerdesin’ diye beni sakinleştirdi. Ben ise hiç güvende hissetmedim. ‘Ne istiyorsun?’ diye sordu. ‘Bana silah verin’ dedim.
Sakba’ya gidince hiç kimseyi bulamadım. Kimse yoktu. Elektrik, ışık, hiçbir şey… Her yer harap olmuş. Halk beni kornalarla karşıladı. El-Cemaiyye’den el-İyd’e, gösterilere katıldığım yere kadar yürüdüm. Namaz kıldım. Beni izleyenlere sordum: ‘Köy halkı nerede?’ ‘Bugün Kadir Gecesi, camideler’ dediler. Camiye girdim. (Herkes bana doğru yöneldi. Biri şöyle seslendi: Şimdi geldi… Özgürlüğüne kaçan bir esir geldi!’ Daha sonra Tekbir ve Allah-u Ekber sesleriyle cami inledi)
Hapisten çıktığımda tüm mahkûmların hakkını almak istiyordum. Hedefim evimde oturmamaktı. Benim dışımdaki, idam edilecek 400 mahkûmu düşündüm. Onlar için ne olursa yapmalıydım. 2013 yılında Rezan, Zeytuni Duma’da bir belgeleme merkezi kurmuştu. Duma’daki herkes hikâyemizi öğrendi. Böylelikle o da tanışmak istedi. O gün ilk tanışmamızdı. Tanışıp sohbet ettik. Bana işinden bahsetti. O zaman anladım ki, aradığım buydu işte. Rezan, davamızı benimsedi ve bize bir rapor hazırladı. Mesajımızı ulaştırmak için mücadele etti. Çokça tehdit aldığını biliyordum. Biri onu taciz ediyordu. Duma’daki durum çok kötüydü. Bir süre sonra ortadan kayboldu. O, mazlumların sesiydi. Kaybolduktan sonra kimse onun yerini dolduramadı.
2014 yılında, çocuklar açlıktan ağlıyordu. Kimse bir şey yapamıyor. Kendimi çok aciz hissettim. Bir çocuk görmüştüm. Annesi açlıktan uyutamıyordu. Yemeği yok. Çok çaresizdim. Bizim devrimimiz bunun için değildi. İnsanlar aç kalıp kuşatılsın diye değildi. Hedefimiz herkesin hür olmasıydı. Barış içinde yaşamasıydı. Adalet istemiştik. Onların da diğer insanlar gibi yaşamasını istemiştik. Yapamadık… Hedefimize ulaşamadık. 2015 yılında Guta’da iç savaş çıktı. Ben de evde kalmaya karar verdim. İki yıl boyunca evde kaldım. Evden çıkmıyor, kimseyi eve almıyor, kimseyle görüşmüyordum. Yalnızlık hastalığına tutuldum.
Sonunda, normal hayata dönmem ve insanları görmem gerektiğini anladım. Nişanlanıp evlenmeye karar verdim. Elhamdülillah evlendim. Gösteriler hariç her türlü şeyden kaçındım. Gösterilere devam ettim. Yanlış gördüğümü eleştirmeye ve düzeltmeye devam ettim. Rejimi düşürme hedefime de devam ettim. Sevdiğim bir iş buldum. Bahçe işleri, çiftçilik gibi. Çalıştım ve çok şükür hayatta kaldık. Halep saldırısında bir şarkı yazdım: ‘Otobüsler işe yaramaz’ isminde. Guta’da seslendirdik onu. Çok söyledim bu şarkıyı. O otobüslerden birine binene kadar. Fakat benim elimde değildi. Ben Guta’dan ayrılmadım. Onlar beni çıkarttı. Tüm dünyayla birlikte! Ben kendimi Guta’da bıraktım. Hapisten kaçtığım doğru, evet! Ama Guta’dan vazgeçmedim. Hala oradayım. Ruhum orada, kendim oradayım. Her şeyim Guta’da. Sadece bedenim burada. Bir hayalim var. Guta’da yaşanan her şeyi yazmak istiyorum. Devrimin ilk gününden, beni çıkarttıkları güne kadar, oğlumun her şeyi bilmesini istiyorum.
*Suriye’de aşağılık Esed rejiminin zindanlarından kaçmayı başaran Ahmed Hamadeh’in de aralarında bulunduğu ve kurtulan beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı ‘Ey Özgürlük’ isimli Arapça belgesel, gencmuslumanlar.com sitesi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. ■

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?