“Günümüz insanı önceleri aklını yitirmişti. Şimdi vicdanını ve en son edebini de kaybedip gitti.”

Onu en son dün odasında Kur’ân okurken görmüştüm. Gözlüğünün camlarını silinceye kadar beni fark etmemişti bile. Aslında beni görmeseydi eğer, sileceği ilk şey gözlüğü değil de gözleri olacaktı. Çünkü kıpkırmızı olmuştu o gözler! Onu hiç böyle görmemiştim. Fakültenin koridorlarında yürürken veya ders anlatırken kendine olan o özgüven, şimdi tarumar olmuştu. Onu bu kadar etkileyen hangi ayet veya ayetlerdi acaba? Tamam, dindar biri değildim, ama bu ağlayışın sebebinin Kur’ân-ı Kerîm olacağını tahmin edecek bir olgunluğa sahiptim. Tarih bölümü son sınıf öğrencisiydim ve tipik bir üniversite öğrencisinin yaptığı gibi yapmıştım. Derste anlattığı bir konu kafamı kurcalamıştı.

“Hoş geldin Leyla, bir şey mi diyecektin?”

“Evet hocam, derste anlattığınız bir konu hakkında sizden bilgi almak istiyorum.”

Oturmam için yer gösterdi. Elindeki Kur’ân-ı Kerîm’i göğsüne aldıktan sonra rafa bıraktı. Gözlüğünü taktı, yerine oturdu. Yine o kendinden emin ses tonuyla konuştu:

“Evet, dinliyorum seni…”

“Dünkü dersinizde şöyle bir ifade kullanmıştınız;

Kargalar, bülbüllerin ülkesini istila etti. Artık tüm bülbüller karga gibi ötüyor!”

Daha önce hiç görmediğim bir gülümseme belirmişti yüzünde… Ağırbaşlılığını muhafaza ederek konuştu:

“Evet, aslında kastettiğim şey, popüler kültürün tahribatlarına karşı sizin uyanık olmanızdı. Görüntü olarak bir davaya, bir ideale bağlanmış olanların; aslında bu değerlerden ne kadar uzaklaştığını, ne kadar savrulduğunu bilememe, kavrayamama, hatta tam tersi işler yapma hastalığına yakalanma örgüsünü anlatmak için o örneği verdim.”

“Yani suçlu biziz ve tüm mesele, biz gençlerin gerçekleri kavrayamamasından mı kaynaklanıyor?”

“Tabi ki, değil! Siz suçludan ziyade biraz talihsizsiniz… Yani yaşadığınız dönem itibariyle imtihanınız daha ağır oluyor. Her dönemin kendine göre zorlukları olmuştur elbette, fakat şu yaşadığımız çağ -ki ona ahir zaman derler- öyle bir çağ ki, ne çok okuyan biliyor ne de çok gezen… En çok cahil olan biliyor!”

Yüzümdeki ifadeden bazı şeyleri anlamadığımı hissetmişti. Daha açık konuşmalıydı ve öyle de yaptı:

“Yani sözgelimi tabiatta yıldızları görürken şehirde görmememizin nedeni ışık kirliliği ise eğer; hakikati görmemize engel olan da bilgisizlik değil, bilgi kirliliğidir. Günümüz insanı etrafında olup bitenleri izlerken akıl ve vicdan süzgecini pek kullanmıyor, yalana veya gerçeğe pek bakmıyor, kimin sesi daha çok çıkıyorsa haklı olan o oluyor. Kim daha çok bağırıyorsa o galip geliyor. Kim reklamını daha iyi yapıyorsa o kazanıyor ve maalesef yalanlar gerçeklerden daha gösterişli oluyor bu zamanda…”

“Hocam birkaç örnek verebilir misiniz?”

“Kur”an-ı Kerim’deki bazı örnekler üzerinden konuya açıklık getireyim. Fahşa (çirkin işler, edepsizlik), münker (fenalık, kötülük), bağy (azgınlık) gibi kavramlar maalesef bu çağın insanı tarafından baş tacı edilmiş; adalet, ihsan (iyilik), yardım etmek -özellikle akrabaya- gibi kavramlar ise terk edilmiştir. Bunun sonucu olarak insan, merhamet ve vicdan gibi kişiyi değerli kılan hususlardan ayrı kalmıştır. Buna biz Müslümanlar da dâhiliz. Bizler de karga gibi ötüyoruz, her ne kadar bülbül olduğumuzu söylesek de…”

Nedense bir ara durup bana baktı. Açık seçik giyinen biri değildim, fakat başörtülü de değildim. Birkaç defa örtünmek için çabalasam da çevrenin etkisiyle başaramamıştım.

“Örneğin Müslüman bir bayan olarak senin örtünmen farzdır. Bu, Rabbimizin kesin emridir. Fakat günümüzde örtünme emrinin içini öyle boşaltmışlar ki, saç hariç hiçbir şey bu örtünün altına girememiştir. Hâlbuki emir tüm beden içindir. Yani başı açık biri ile vücut hatlarını gösteren biri arasında fark yoktur. İkisi de günah çukurundadır ve bunun hesabını Allah’a vereceklerdir. 1990’lı yılların tesettür kıyafeti içerisine iki hanımefendi rahat sığarken, şu andaki sözde tesettürlerin içine bir kadın sığamıyor. Sana soruyorum Leyla, başörtülü olduğu halde namaz elbisesine ihtiyaç duyan kız gerçekten tesettürlü müdür?”

Soğuk terler döküyordum. Abdullah Hoca haklıydı. Ben ve benim gibi kadınlar, ara sıra kıldığımız namazları bir ritüel gibi uzatırdık. Bunun nedeni, kıyafetlerimizi namaz gibi önemli bir ibadete hazırlamak içindi. Gel gör ki, başörtülü kadınlar bile neredeyse bizimle aynı durumdaydı. Yüzümün kızardığını belli etmemek için hızlıca cevap verdim:

“Yani hocam sizin bakış açınıza göre bir kadın örtüsüyle eve kapanmalı, dışarı çıkmamalı, çalışmamalı ve hayattan kopmalı mı? Bunu mu diyorsunuz?”

Sorduğum soruyu ben de beğenmemiştim. Çünkü hocanın anlattıklarından bu sonuç çıkmıyordu. Fakat benimkisi bir refleksti. Bir korunma içgüdüsüydü:

“Tabi ki, hayır! Ben, Rabbimizin Müslüman kadınlara emrettiği en önemli emirlerden biri olan tesettürün yozlaştırılmasına karşıyım. Kadınların bir vitrin eşyası, bir reklam görüntüsü, bir moda aparatı olarak kullanılmalarına karşıyım. Maalesef bunu başörtülüler üzerinden de yapıyorlar artık! Ben kadınların dışarı çıkmalarına karşı değilim, ben kadınların dışarı çıkmalarının teşvik edilmesine karşıyım. Ben kadınların çalışmalarına karşı değilim, ben kadınların çalışmalarının teşvik edilmesine karşıyım. Çünkü Müslüman bir kadının asıl mekânı evidir.”

“Hocam ya evde ezilenler?”

“Onun çözümü, kadını evin dışına salıp evden koparmak değildir. Bir kadın evinde huzur bulur, dışarda değil… Modern(!) dünya dedikleri oyuncak, kadını kadın olmaktan çıkardı maalesef! Kadının belki de en ulvi özelliği olan annelik duygusunu ondan kopardı. Anneliğin o kutsal değerini ayaklar altına aldı.”

“Cennet annelerin ayakları altındadır, değil mi hocam?”

Dilim bir çırpıda söylemişti bu sözleri… Abdullah Hocanın her söylediği doğruydu:

“Evet Leyla… Cennet annelerin ayakları altındadır, diye buyuruyor Resûlullah (a.s) ama dikkat et kadınların değil, annelerin…”

“Doğru söylüyorsunuz hocam…”

“Bir kadının iki örtüsü vardır Leyla! Biri evi, diğeri de kocasıdır. Bu iki örtüyü terk edince sokak sokak, vitrin vitrin dolaşan bir kadını değil çarşaf, yetmiş kat demir parmaklık içine de koysan zapt edemezsin.”

Gözüm odadaki Arapça levhaya takılmıştı. Arapça okumayı biliyordum. “İza lem testehi fesna’ ma şi’te’… Bu hadîs-i şerîfi daha önce duymuş ve oldukça etkilenmiştim; ‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap!’

“Bak Leyla! Hayâsı olmayanın mayası bozuktur. Bizi hayâdan uzaklaştırdılar ve bunu en çok da kadınları kullanarak yaptılar. Tarihin hiçbir döneminde bu kadar hayâsızlık işlenmemiştir. Günümüz insanı önce aklını, sonra vicdanını ve en sonda da edebini kaybetti. Baba ile oğlunu, ana ile kızını, kadın ile kocasını birbirine düşman ettiler. Aileleri parçaladılar. Nefreti, toplumun tamamına yaymayı başardılar. Çünkü en kolay sürülecek tarla, nefret tarlasıdır. Kavramları birleştirdiler, insanları ayrıştırdılar. Savunma sanayisi yerine soyunma sanayisi kurdular. Vicdanlara susturucu taktılar. İslâm beldelerini yerle bir ettiler. Kadınlarımızı kirlettiler, çocuklarımızı katlettiler. Şehirlerimizi harap ettiler. Bizi, sıranın bize geldiğini bile bilmeyen gaflet içinde bir hayatla oyaladılar. Ve bizi içeride test etmedikçe, er meydanına davet etmeyeceklerdir.”

“Hocam çare nedir?”

“Çare, İslâm’ın özüne sarılmaktır. Çare günahlardan uzaklaşmak ve Müslümanca bir yaşam sürmektir. Çare birbirimizin kusurlarıyla da/meziyetleriyle de uğraşmamak, zaman kaybetmemektir. Bir âlim şöyle der; Allah’ın imtihanında; kendi ameliyle değil de başkasının aracılığıyla kurtulacağını sanan kimse, başkasının yediği yemekle doyacağını sanan kimseden daha akıllı değildir.”

“Kusura bakmayın hocam, özel bir soru sormak istiyorum. Odanıza girince sizi ağlarken buldum. Hangi ayet veya ayetleri okuyordunuz? Sizi ağlatan neydi?”

“Üç…”

“Üç mü?”

“Evet üç… Hatta iki tane üç…”

Hiçbir şey anlamamıştım. Üstelik odaya giren bir öğrenci konuyu tamamen dağıtmıştı:

“Bu mevzuyu başka bir zaman konuşuruz…”

Teşekkür ederek ayrılmıştım. Ondan duyacağım son sözlerin bunlar olacağını nereden bilebilirdim ki? Okuldan ayrıldıktan sonra yaptığım ilk iş mağazaya gitmek oldu. Aldığım kıyafetlerin içinde beni en çok uğraştıran ‘iki kişilik’ pardösüydü. Bulmakta epey zorlanmıştım. Tesettür diye satılan rengârenk dar elbiseler, aslında diğerlerinden pek farklı değildi. Çoğu örtmek için değil, dikkat çekmek içindi sanki…

Ertesi gün üniversiteye gittiğimde, üzerimdeki bakışlara aldırmadan Abdullah Hocanın odasına yöneldim. Kapısı kapalıydı. Derste olduğunu düşünüp bekledim, ‘üç’ü hatta ‘üçleri’ sormak için… İçim içimi yiyordu. Bu gelişimde, dün anlattığı şekilde bir tesettüre bürünmemin de etkisini inkâr edemezdim. Bunu o söyledi diye değil, Rabbim için yapmıştım. Ama benimkisi de bir müjde gibiydi işte…

“Kızım hayırdır kimi bekliyorsun?”

Bölüm başkanımızın sesiydi bu… Beni kapıda beklerken görmüştü:

“Abdullah Hocayı bekliyorum!”

“Hı… Sen duymadın mı kızım? Abdullah Hocayı kaybettik! Dün gece evinde kalp krizi geçirmiş…”

Sonrasını hatırlamıyorum… Bölüm başkanımızın sözlerini, fakülteden çıkışımı, Pier Loti’ye kadar yürüyüşümü… Gözlerimden akan yaşları… Hiçbirini hatırlamıyorum! İyi de ben şimdi ne yapacaktım? Nereye gidecektim?

Cuma salâsıyla kendime geldim. Doğru ya, bugün Cuma günüydü. En doğru olan hareket, Resûlullah’ın (a.s) mihmandarına gitmekti. Eyüp Sultan’a doğru yürüdüm. Camiye vardığımda kadınların olduğu bölüme geçtim. Ben sünnet kılarken imam hutbeyi bitirmek üzereydi ve son okuduğu ayetin mealinden sonra kametle namaz için ayağa kalkan erkek ve kadınlar, secdede titreyip ağlayan bir kadın gördüler. İmam şu ayeti okumuştu:

“Muhakkak ki, Allah; adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90)

 

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?