İslam ümmeti; âlimi ile, amiri ile, kadını ile, erkeği ile, yaşlısı ile, genci ile, Kürt’ü ile, Türk’ü ile Arap’ı ile elhasıl bütün farklılıkları ile bir bütündür. Dolayısıyla birbirlerinin kardeşleridir ve birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. “Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar birbirlerinin dostudurlar.” (Tevbe 71)
“Şüphesiz bu sizin tek ümmetinizdir, ben de sizin Rabb’inizim. Sadece bana kulluk ediniz.” (Enbiya 92)
Fakat, bu bütünlüğün omurgası şüphesiz, iki sınıf insan teşkil etmektedir: Ulema ve Umera. Yani Âlimler ve Amirler. Dolayısıyla bu iki sınıf insanın sorumlulukları da büyüktür. Çünkü, sorumluluk kişinin toplum içersindeki konumu ile ölçülür. Allah Resulü’nün: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.” ifadeleri ile ta’mim ettiği sorumluluk duygusunun en büyüğü bu iki sınıf insana düşer. Başkası bir ailenin bir mahallenin birkaç kişinin sorumlusu iken bu iki sınıf insan bir ümmetin hatta bütün insanlığın sorumluluğunu taşır. Bu iki sınıf insanın kurtuluşu bütün ümmetin kurtuluşu demektir. Hatta bütün insanlığın kurtuluşu demektir.
Hikmet erbabından olan âlim muttaki zahit imam Hasan-ı Basri bu hakikate işaret ederek şöyle buyurur: “İki sınıf insan vardır ki onlar iyi olunca bütün insanlar iyi olur. Onlar bozulunca bütün insanlar bozulur. Onlar Ulema ve Umera’dır.” Bütün insanlığın kurtuluşu veya helak oluşu bu iki sınıf insana bağlıdır. Tabiri caizse bu iki sınıf insanlığın ve ümmetin can yeleği konumundadır.
Tam tersi olunca toplumun temeline konulmuş tahrik gücü yüksek olan bir dinamit olabilirler. (Allah muhafaza!) Bunlar sevabı da vebali de bu kadar büyük olan iki sınıf insandır. Dolayısıyla her iki sınıf da sorumluluğu altında olan insanlar hakkında çok çok Allah’tan korkmalıdırlar. İnsanların her iki dünya saadet veya şekaveti onlara bağlı olduğuna göre ellerinden gelen bütün gayreti hatta iman gücünden yararlanarak olağanüstü performans göstermek zorundadırlar. O makamı işgal etmek o makamın sadece dünyevi nimetlerinden faydalanmak veya Allah’ın kullarına musallat olmak için olmamalıdır. Bu her iki sınıf insan da Peygamberlerin makamını işgal etmektedirler zira Peygamberler hem tebliğ hem de idare etmek için gönderilmişlerdir.
Ulema tebliğ, irşad, davet ve kılavuzluk hususunda Peygamberlerin varisleridir. Peygamber Efendimizin işaret ettiği gerçek şudur: “Âlimler Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler arkalarında ne dinar ne de dirhem bırakmamışlardır. Onlar arkalarında ilmi bırakmışlardır. İlmi almış olan büyük bir pay almış olur.” Âlimler, ilmin sorumluluğunu yerine getirmek için sadece Peygamberleri okuyup bilmek yetmiyor, onların hayatlarını örnek almak durumunda ve zorundadırlar. “And olsun Allah’ın Resulü’nde sizin için Allah’a ve ahret gününe kavuşmayı uman Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 21) Elbette Peygamberleri örnek edinme sorumluluğu en fazla onların verasetinden pay alana düşer. Peygamberlerin ve özellikle de Peygamberimizin bütün olumsuzluklara rağmen korkmadan gevşemeden her türlü vesilelere başvurarak nasıl tebliğ görevini yerine getirdiklerini Kur’an’da, Siret’te ve tarih kitaplarında bütün detaylarıyla beyan edilmiştir. Âlimlerimiz, makamında oturdukları o mübarek zatları temsil etme konusunda çok hassas davranmalıdırlar. Kur’an’da, kavlen – sekilen yani ağır söz olarak tabir edilen yer, gök ve dağların taşımakta çekindikleri emanetin farkında olmalıdırlar. Allah muhafaza Kur’an ve Sünnet’te büyük tehditlere maruz kalan çok kötü vasıflarla adlandırılan ulama-i su’ (kötü ulema) durumuna düşebilirler. Kur’an’da en kötü vasıflar, o tür alimler için sarf edilmiştir: “Tevratla yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” (Cuma 5) “Kendisine ayetlerimizi öğrettiğimiz halde onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik fakat o dünyaya sağlanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir, üzerine varsan da dilini sarktırıp solur kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” (A’raf 176) Sözü geçen o tür insanlar için Allah Resulü’nün verdiği örnekler de çok ağırdır: “Kıyamet günüde adamın birisi getirilir ve ateşe atılır. Bağırsakları sarkmış bir şekilde değirmen eşeği gibi kendi etrafında dolanır durur. Ateştekiler etrafında toplanıp ona sorarlar. Ey falanca adam sana ne oldu böyle. Sen değil miydin iyiliği emreden kötülüklerden sakındıran. O da, evet ben iyiliği emreder fakat kendim yapmazdım; kötülüğü nehyeder kendim yapardım.” Bu ağır tehditler içeren ayet ve hadisleri naklettim ki makamlarım en büyüğü olan Peygamberlik makamına varis olmanın öyle zannedildiği kolay bir şey olmadığı ve ben Peygamber varisiyim diyen kişilerin işin avantajlarından faydalanmanın yanı sıra işin dezavantajlarının da olduğunu unutmasınlar, tehlikenin farkında olsunlar. İşin faydalarından istifade etmek isteyen âlim, ahretteki mükâfatı beklemeli ve Allah’ın has kullarının: “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şura 164) zümresine dâhil olmak için gayret göstermeliler.
Umera’ya gelince başta da söylediğim gibi onlar da Peygamberler makamı olan insanları sevk ve idare etme makamının varisleridir. Onların da sorumlulukları çok büyüktür. Ebuzer (r.a.) dedi ki: “ Allah Resulü’ne ya Resulullah bana bir yetki verseydin, beni bir yerlere tayin etseydin olmaz mı, dedim. Allah Resulü dedi ki: “ Ey Eba Zer sorumluluk emanettir. Kıyamet gününde de rüsvalık ve pişmanlıktır. Ancak onun hakkını verenler ve üzerine düşeni yerine getirenler, bundan müstesnadır.” diye buyurdu.
Bu ağır sorumluluklardan dolayı sözü edilen her iki sınıf da herkesten daha ziyade Allah Resulü’nün: “Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz, tartılmadan kendinizi tartın. Böyle yapmanız yarın kıyamet gününde hiçbir saklınızın kalmayacağı zamanda hesabınızı vermenize kolaylık sağlayacaktır.” şeklindeki tavsiyelerini dikkate almak zorundadırlar. Her iki sınıfın paylaşmakta oldukları o değerli Peygamber makamının hakkını tam olarak vermesi için yani temsil ettikleri Peygamber makamının tebliğ ve idarecilik makamının sorumluluğu altında ezilmemeleri için İslam’ın emrettiği karşılıklı te’avun, (yardımlaşma) tesanut (dayanışma) ve güç birliğinde bulunmalılar. Umera, âlimlerin ilminde, takvasında, zühdünde faydalanmalılar. Ulema, Umera’nın zulme kaçabilecek güçlerini, adaletsizliğe sebep olabilecek iktidarlarını, bilgisizliklerinden kaynaklanabilecek taşkınlıklarını frenlemeli ve onlara yol göstermelidir. Bilgisizliklerinden kastım, İslami bilgilerinin yetersizliğinin olabileceğidir. Yoksa siyasi olarak bir şeyler
biliyor olabilirler.
Bu onları İslami ilimlerde mütehassıs olan âlimlerin ilminden müstağni kılmaz. Bu onların adaletle ve hakkaniyetle hükmetmeleri için kendi heva ve heveslerini yenik düşmeleri için, Allah’ın kullarının başlarına bela olmamaları için, muhtaç oldukları takva ve mehafetullaha (Allah korkusu) muhtaç olmadıkları anlamına gelmez. Cenab-ı Allah Asr Suresi’nde buyurmuyor mu: “Asra yemin olsun, gerçekten insan kesin bir ziyan içindedir. Ancak, imam edip Salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”
Herkesin âlimlerin rehberliğine ve tavsiyelerine ihtiyacı var. Ama, idarecilerin buna ihtiyaçları daha fazladır. Çünkü, onlar herkesten ziyade dünya ile iç içedirler, onlarda iktidar sarhoşluğu ihtimali çok daha yüksek. Onların gece gündüz, sabah akşam uyarılmaya ihtiyaçları var. Ulema’nın rehberliğine ihtiyaç duymayan Umera’nın akıbeti hep hüsran olmuştur. Bundan dolayı
Hz. Ömer bütün fazilet, takva, adalet ve ilmine rağmen meclisinde sahabelerin en âlimlerini en takvalılarını bulunduruyordu. Hür b. Kays adındaki zat anlatıyor: “ Hz. Ömer’in meclisindekiler ve danışmanları hep âlimler idi.” (Buhari) Cenab-ı Allah, iyilik ve takva üzerine yardımlaşın, diye buyurmuyor mu?
Umera, âlim olsalar bile yine de âlimlerin ilminden, tavsiyelerinden ve yönlendirmelerinden istifade etmek zorundalar. Cenab-ı Allah, Peygamberimize bile onlarla (sahabelerin âlimleriyle) danış, diye buyuruyorsa artık bu konuda danışmayı terk etme mazereti hiç kimse için kalmaz. Umera’nın, alimler ile olan ilişkilerindeki tek hedefleri onların takva ve zühtlerinden istifade etmek olmalı. Sadece ihtiyaç duydukları ya da başları sıkıştığı zaman onlardan fetva koparmak ve gayrı meşru emellerini meşrulaştırmak için onları istismar etme amacı olmamalıdır. Âlimler de Umera ile diyalog içersindeyken kendilerini istismar ettirmemek, dünyalıklar uğruna Allah’ın dininden taviz vermek, Allah’ın ayetlerini ucuza satmak ilmin izzet ve şerefine aykırı davranışlardan sakınmak konusunda Allah’tan korkmalılar ve varisi oldukları peygamberlerden utanmalılar. Dünya metaının ahrete nazaran çok değersiz olduğunu dünyanın en bedbaht insanın başkalarının dünyası için ahretine zarar verenler olduğunu temsil etikleri kutsal misyona uygun davranmadıkları zaman ayet ve hadislerde sözü edilen çok kötü akıbete uğrayacaklarını unutmamalılar.
Âlim, hiç kimsenin papağanı değil ve olmamalıdır da. Âlim, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa kendisini hiç kimsenin muhabbet kuşu durumuna düşürmemelidir. Hülasa Ulema da Umera da işlerini takva üzerine oturtmalıdır. Ulema’nın, Umera’nın kötü emellerine alet olmaması ve Umera’nın da Ulema’ya yakın olması gerektiğini; her ikisinin de ümmetin çobanları olduklarını, kıyamet gününde güttüklerinden sorulacaklarını unutmamalıdır.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?