İslam geldiği andan itibaren insanların sorunlarına çözümler sunmuştur. İslâm, Mekke’de Mekkî çözüm, Medine’de de Medenî çözümdür. İtikadi alan başta olmak üzere insanların hayatlarındaki bütün problemlere müdahale edip çözüme kavuşturan dinimiz, kıyamete kadar zuhur edebilecek olayların çözümü için ya birebir ya da genel ilkeler koyarak çözüm yolunu göstermiştir. Kimsenin nazarında ütopik bir görüntü vermemiştir; çünkü din hayatın kendisidir. İslam’ın çözümcül ve müdahil yanı onun kısa zamanda başarıyı elde etmesinin de sırlarından birisidir. Kur’ân’ın bu yönünü hayatında tecessüm ettiren Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de etrafındaki itikadi, ahlaki, siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi ve diğer sorunları Allah Teâlâ’nın kendisine öğrettiği şekilde çözüme kavuşturmuştur. Hatta gayrimüslim vatandaşlar bile sorunlarını Allah Resûlü’ne arz etmişlerdir.1
İslam’ın ve davetçinin çözümcül yönlerini dile getirmemize rağmen bugün bu konularda yeterli olduğumuz ve insanların sorunlarıyla yeterince ilgilendiğimiz ve çözümler ürettiğimiz söylenemez. Veya Müslümanların sorunlarına çözüm üreten İslâmî kurumların varlığından da söz edilemez. Bu eksiklikten dolayı hayatın anlamlandırılmasında Müslüman gençler ideolojilerin kucağına itildiler ve toplu irtidatlar meydana geldi. Müslümanların bu hâle gelmelerinin; kendi meselelerine bile yabancı kalıp çözümler üretemeyişlerinin ve neticede bir hareket fıkhı meydana getiremeyişlerinin nedenleri şunlardır:
Müslümanların, içtihat kapısının kapandığını ifade eden önermeyi yanlış anlamaları ve bu yanlış algıyı evrenselleştirmeleri. Geçmiş dönemlerin içtihatlarını mutlaklaştırmaları ve tekrar içtihada başvurmanın dinin özüne müdahale olarak algılanması; bu yanlış algıyı hâlâ düzeltememek. Mezheplerin füruata dair görüşlerini dinleştirme.2 Biz bu düşüncemizle mezhep imamlarına karşı bir duruş sergilemiyoruz. Zaten haddimiz de değil. Hatta onların varlığını Allah Teâlâ’nın bu ümmete bir lütfu olarak görüyoruz. Mezhep imamlarımız nasıl ki çağlarının sorunlarını çözmüşler ise liyakatli zevatın belirli bir usul dâhilinde birey veya kolektif olarak sorunlarımıza çözüm aramalarının önü tıkanmamalıdır. Hayatın Kur’ân ve sünnet merkezli yorumu yapılmalıdır. Sorunlara vahiy odaklı çözümler aramamak, dini hayattan bir şekilde kovmaktır.
İslâm toplumlarının genelinde mektebi anlamda bir İslami hareketin olmayışı, hayata dinle anlam verilmesine ve bu bağlamda meselelerin İslam’a göre çözüme kavuşturulmasına engel olmuştur. Özellikle ülkemizde kendi içyapısında bile fetvalı ve ilmî hareketlerin doğmayışı, sorunları tespitte ve çözüm üretmede Müslümanları atalete sevk etmiştir. Var olan, sözüm ona hareketler, çözümü İslâm’da arayarak bünyesinde âlim bulundurmak yerine, âlimlerden uzak kalmayı tercih etmiş ve buna bağlı seküler bir yapıya kavuşmuşlardır. Kendine Müslümanlardan aldıkları destekle varlık alanı bulan tüm tüzel kişilikler kendilerini muhasebe etmelidirler. Hareketlerin içindeki rabbani ulemanın varlığı ve çokluğu, karar mekanizmasındaki etkinlikleri, sorunları Kitap ve Sünnet’e göre çözebilme yetkinlikleri bu kurumların İslâmî olup olmamalarıyla doğru orantılıdır.
Müslümanların yaşadığı ülkelerdeki laik-seküler hukuk sistemi böyle bir çalışmaya fırsat vermemiş ve Müslümanları engellemiştir. Baskıcı ve jakoben anlayış İslâm toplumunu sindirmiş, İslâmî arayış ve çözümleri suç telakki etmiştir. Bu durumdan yılan ve korkan önderler, teknik anlamda bile Müslümanların sorunlarının tespitine ve sorunlarla ilgili özgün çalışmalar yapmaya yaklaşmamışlardır. Bu durum hareketlerin özünü de etkilemiş ve ortaya daha seküler yapılar çıkmıştır. Müslüman araştırmacıların bu konularda fikir imal etmelerini bile, devlet içinde devletleşme olarak telakki eden baskıcı elit, Müslümanları hayattan kovarak dini, vicdanlara mahkûm etmiştir.
Farklı İslam toplumlarındaki hareketleri örnek alan ve yerelleşemeyen yeni yapılanmalar, olaylara dinden çözüm bulmayı gündemlerine taşıyamayıp kısır çekişmeleri tercih etmişlerdir. İslâm’ın kendi ülkelerinde varlık alanı bulmasına direkt katkı sağlayamayanlar, başka ülkelerdeki hareketleri kendi ülkelerine taşıma gayretine girince diğer Müslümanlarla polemik daha da yoğunlaşmıştır. Yaşadıkları düşünce polemiğine strarejik polemikleri de katınca iş daha da içinden çıkılmaz hâle gelmiştir. Halkı Müslüman ülkelerin çoğunda fikir savaşları fiili mücadeleye dönüştürülmüştür. Bu durumu fırsat bilen resmi ideolojinin yetkili elamanları, Müslümanlar arasındaki tartışmaları derinleştirmişlerdir. Hatta birçok yerde Müslümanları birbirlerine kırdırmayı başarmışlardır. Onların aralarındaki kavgalardan yararlanarak iktidarlarının ömürlerini uzatmanın hesaplarını yapmışlardır. Müslümanlar üzerinde oynanan bu oyun kesintisiz devam etmektedir.
Halkı Müslüman toplumlarda İslâm’a ve onu öğrenmeye karşı büyük bir kredi açılmıştır. Durum böyleyken mektepli veya sivil bazı ilahiyatçılar halkı alakadar etmeyen gündem dışı konuları tartışmaya açarak ümmetin din anlayışını ve hassasiyetini sarsmışlardır. “Hangisi haklı bunların?” bocalamasıyla Müslümanların inanç alanlarında, kaynaklarında, kadim dönem uleması hakkında, mezheplerin yararları hususunda şüpheler uyandırmışlar ve bu yaklaşım dinî uyanışı olumsuz etkilemiştir. Bu etkileyişin, mektebi bir hareketin doğuşuna da negatif yönde tesiri olmuştur. Bu bağlamda şu hususu da belirtmek gerekir: Birçok ilahiyatçı araştırmacı, İslâm’ı sadece ahlaki kaide ve kurallar manzumesi olarak görmektedirler. Dinin siyasi, iktisadi, hukuki ve eğitime ait görüşlerini kabul etmemektedirler. Verili duruma teslim olup ahlaklı (!) yaşamayı gerçek din olarak sunmaktadırlar. Onlara göre İslâm, hiçbir şeyin alternatifi değildir. Bu yaklaşım Müslümanların fikrî ve siyasi gelişimini olumsuz etkileyen en önemli nedenlerden biridir.
Müslüman toplumlardaki İslami yapılanmaların önderlik kadrolarının birçoğu aydınlardan ve teknik elemanlardan oluşmuştur. Bu kimseler, çözüm bekleyen konuları ya bilgisizliklerinden dolayı gündeme almamışlardır; ya da bu konular ehliyetli insanlar tarafından çözülecek olursa kendileri önderlik makamlarından düşerler endişesiyle hasetliklerinden dolayı sorunların çözülmesini istememişlerdir. İslâm dünyasında çözüm odaklı çalışan hareketler bu sözde önderler tarafından komik hâle getirilmiştir. Neticede Müslümanlar hayatın öznesi olamamışlar ve kâfirlerin gündemiyle sürekli oyalanmışlardır. Bugün bile en çok konuşulan, siyasi konular olmasına rağmen Müslümanların alternatif siyasetle ilgili hiçbir uygulanabilir projelerinin olmayışı üzüntü duyulması gereken bir durumdur. Müslümanlar kendi sistemlerini deklare etmek yerine dünya sistemi içerisinde nasıl varlık alanları bulabiliriz tartışmasıyla ömür tüketmeyi tercih etmişlerdir. İktidar olma durumları engellendikçe resmi ideolojiye daha çok adapte olup özgünlüklerini kaybetmişlerdir.
Unutulmamalı ki eğer siyasette çözüm sahası boş kalacak olursa, modern yaklaşımlar boşlukları doldurur ve Müslümanlar kolayca dünya sisteminin bir parçası olurlar. (Zaten oldular da.) İslâmî çözüm de ebediyen gündeme gelmez. Bu anlamda dünya sisteminin, Müslümanları entegre çalışması başarılı olmuştur. Yaşadığımız ortam ve İslâmî çözüm arayışlarının gündemde bile olmayışı bu durumun gerçekleştiğinin en büyük göstergesidir. Müslüman kimlik kaybedilmiş ve yaşanan hayatla Müslümanlar dünya finans sisteminin aktif bir parçası olmuştur. Daha açık ifade ile kapitalizm ve onun neticesi konformizm, Müslümanları esir almıştır.
Müslüman gençlerin okuyup da doğru anlamadıkları bazı davet önderleri de -en azından bizim ülkemizde- çözümsüzlüğe ve ütopik siyasete zemin hazırlamıştır. Burada hatalı olan davet önderleri değil; anlama sorunu olan ve İslâmî ilimlerin usulünü kavrayamayan kimselerdir. Bu konuyu biraz daha açabiliriz. Şehid Seyyid Kutup, Müslümanlığının ciddiyetini fark eden birçok Müslümanın düşünce dünyasına olumlu katkılarda bulunmuştur. Nimetin şükrünü eda kabilinden itiraf etmeliyiz ki onun sayesinde; eserleriyle, konuşmalarıyla, çalışmalarıyla, kıyamıyla, duruşuyla ve şehadetiyle milyonlarca kişi ölüm uykusundan uyanmıştır. Müslüman olmanın izzetini fark etmişlerdir. İslâm’ın bir dünya görüşünün olduğunu ve bütün sistemlerden ayrı bir sisteminin varlığını insanlar Şehid’den öğrenmiştir. Yoldaki İşaretler, İslam’ın Dünya Görüşü, İslâm’da Sosyal Adalet, İslâm Kapitalizm Çatışması ve özellikle de tefsiri Fî Zilâli’l-Kur’ân, Müslümanların uyanışında çok etkili olmuştur. Hayata tevhidî zaviyeden bakmayı vasiyet eden Kutup, batılılaşmanın üzerine oturduğu ideolojilerin tamamının kâfirlik oluşuna Müslüman gençlerin dikkatini çekmiştir. Gençleri ideolojilerin batağından uzak durmaya çağırmıştır. Hayatı boyunca azimet fıkhıyla amel etmeyi ilke edinmiş ve yanlış anlaşılmasına rağmen eserlerinde de bu duruşun örneklerini vermiştir. Özellikle cihad ve çalışma fıkhı hususlarında asla ruhsatı kabul etmemiştir. Azimet fıkhıyla amel etmenin ne anlama geldiğini bilmeyen kötü niyetli kimseler ve dünya küfür sisteminin Müslüman görünümlü münafıkları Seyyid Kutup hakkında her türlü iftiraya başvurdular ki Müslüman gençler onu ve eserlerini tanımasınlar. Yazdıklarını okumasınlar. Onu zaman zaman “mezhepsiz, vahhâbî, abduhçu” vb. toplumu irite edecek adlarla yaftalayarak Müslüman gençleri ondan soğutma yollarını aramışlardır. Ülkemizde sadece Seyyid Kutup ve eserleri üzerinde fitne tohumları saçan grupların ve yayınların olduğu bilinen bir gerçektir. Hatta bu fitne, seksenli yıllarda eserlerinin öğrenci yurtlarında yakılmasına kadar varmıştır.
Seyyid Kutup, Yusuf Sûresi’nin girişinde3 Hz. Yusuf’un Mısır’a yönetici oluşunun başlangıç yıllarından hareketle, Müslümanların, “cahili toplumların sorunlarını çözme” çabaları arasında ilgiler kurmuştur. Vardığı sonuca göre; İslam toplumu ile cahiliye toplumu taban tabana zıttır. İki karşıt toplumun sorunları da birbirinden farklıdır. Cahiliye toplumunun sorunlarını üreten, cahiliyenin kendisidir. Bu münasebetle cahiliyenin sorunlarına İslâm’dan çözüm aramak boşlukta İslâm fıkhını uygulamaktır. İslâm fıkhı kesinlikle boşlukta uygulanamaz. İslâm fıkhı ancak kendi “Medinesinde (devletinde)” uygulanabilir. Burada Şehid, “Önce Medineni kur, sonra çözüm ara” teklifinde bulunmuş ve Müslümanları kendi hareketlerini oluşturmaya çağırmıştır. Bu önemli ve yerinde sözü, Müslümanlara iktidar olma bilinci kazandırma bağlamında değerlendirirsek hiçbir itiraz yapmamız söz konusu olamaz. Çünkü İslâm iktidar olmak için gelmiştir;4 mahkûmiyete ve edilgenliğe asla razı olmaz. Bu bilincin olmadığı ve Müslümanların edilgen sayıldığı coğrafyalar için yukarıdaki önerme altından da kıymetlidir. Fakat Kur’ân’ın nüzul dönemindeki ahkâm sıralamasını ve ayetlerin konularını bilemeyenler iktidar olmaya kilitlenirlerken, diğer alanları ve bunlara bağlı liyakatlerini kaybettiler. Neticede ise ne Müslümanlar iktidar olabildiler, ne de bölgelerinde İslâmî bir hareket doğdu. Amacımız bu sözü eleştirmek ve Şehid’e yersiz sözler sarf etmek asla değildir. Çünkü biz onun kıymetini en iyi bilenlerdeniz. Esas gayemiz; bu sözün mutlaklaştırılması sonunda Müslümanların coğrafyalarına yabancılaştırılmalarını, sorunları çözmede bir önderlik kadrosunun doğmayışının nedenlerinin iyi anlaşılmasını sağlamaya katkıda bulunmaktır. Ayrıca Şehid’in yaşadıklarını yaşamadan onun adına öykünmeci düşünce üretmenin sakıncalarını ortaya koymaktır.
“Önce Medineni kur, sonra çözüm ara” sözü o kadar mutlaklaştırıldı ki Müslümanlar sadece iktidar olmaya kilitlendiler. Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ı hayata hâkim kılabilmek için insanları önce tevhidî bir eğitimden geçirdi. Onları marifetullah konusunda derinleştirdi. Müslümanlar bu süreçte yakînî bir imanı elde edip hayatlarının tüm alanlarına vahyi hâkim kıldılar. En küçük eylemlerinden en büyüğüne kadar Allah Teâlâ’nın emirlerini ve yasaklarını yaşamlarının merkezinde tuttular. Hayata sadece Yüce Allah’la baktılar; O’nun onay vermediği hiçbir şeye rağbet etmediler. Tevhidin rengine (sıbgatullah) boyandılar. Kur’ân’ın “sahte tanrılar” diye ifade ettiği monarkları, firavunları, şeytanları, şeytanlaşmış kişi ve kurumları, oligarşiyi, bürokrasiyi, alt egoyu/nefsi, hevayı, tağutları, bilgiyi küfrün emrinde kullanan Belamları ve inananları finans kurumlarının bir parçası yapmak isteyen Karunları hayatlarından çıkardılar. Ecel ve rızık konusunda özel bir eğitimden geçtiler. Yaratmada yalnızca Allah Teâlâ’yı kabul ettikleri gibi, emir alanında da sadece O’nu kabul ettiler. Hayatlarına Allah’tan (c.c.) başka bir varlığın hükmetmesine asla rıza göstermediler. Hayatın belirleyicisi olarak Allah’tan başka varlıkları kabul etmenin çok ilahlılık, politeizm ve şirk olduğuna inandılar.
Müslümanlar vahyin nüzul döneminde, tevhidî eğitim süreci ile ahlaki eğitim sürecini eş zamanlı yaşadılar. Bu dönemde gelen En’am, İsra, Furkan, Meâric ve Mü’minûn surelerinde ahlaki vurgular yoğunlaşırken diğer Mekki surelerde de iman ve ahlak temaları yeterince ele alınmıştır. Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilemeyen bir topluma önce Allah (c.c.) öğretilmiş, sonra da ahlaken kemali bulmaları için gayret sarf edilmiştir. İman ve ahlak eğitimini zirvede tamamlayıp ibadetlerle ruhi iletişimlerini daimileştiren müminler, günahlara karşı duyarlı hale getirilmişlerdir. Allah Teâlâ’nın ve insanların hukukuna riayeti ilke edinen tevhit ehli Müslümanların kazandıkları bu ruhi olgunluk ve liyakat hâli, onları iktidara taşımıştır. Kısacası iktidar; tevhidin rengine boyanmanın, üstün ahlaki vasıflarla donanmanın ve ibadetleri ihsan halinde yapmanın meyvesidir. Zihinsel anlamda saflaşmayanlara, imanda taklitten çıkamayanlara, imanın bölünmezliğini kavrayamayanlara, şirk içinde bocalayıp da durumunun vahametini anlamayanlara, hayatının en basit eylemlerini bile vahye göre anlamlandıramayanlara, Muhammedi ahlakla bezenmeyenlere, değil haramlardan kaçınmak mekruhları bile gözlerinde büyütüp sakınmayanlara, sabah namazlarını ciddiye almayıp kaçıranlara ve tövbe etmeyip isyanı alışkanlık hâline getirenlere, yeryüzündeki mazlumlara kulak tıkayıp zalimlere karşı nebevi bir duruş sergilemeyenlere, ümmetin derdiyle dertlenmeyenlere, sorunlarına çözüm aramayanlara, kâfir velayetine razı olanlara, kâfirler gibi yaşayıp Müslüman gibi konuşanlara, neslinin itikadi geleceğini düşünmeyenlere, çocuklarının zihinlerini yaşadıkları ülkenin resmî ideolojisine teslim edenlere, Dırar mescidi ile Mescid-i Nebi’yi tefrik edemeyenlere, zalimlerle bilerek yol arkadaşlığı yapanlara, münafıkları baş tacı edenlere, para kazanmayı tek amaç edinenlere, yediklerine ve içtiklerine dikkat etmeyenlere Allah (c.c.) iktidar nasip etmez. Etse bile iktidarları daimi olmaz.
Seyyid Kutup, “Önce Medineni kur…” derken, Medine’ye giden yolların da açılmasını beraberinde söylemiştir. Tefsiri dâhil, eserlerinin tamamını okursak görürüz ki Şehid, her çalışmasında itikâdi ve ahlaki derinleşmeyi tavsiye etmiştir. Onun yolundan giden İhvan, bulundukları coğrafyada çözüm makamları oluşturmuşlardır. Zira hareket ulema eksenlidir. Müslümanlar farazi meselelere çok dalarlar ve hedeflerinden saparlar; yapay gündemler oluştururlar da güçlerini kaybederler endişesiyle kâfirlerin belirlediği gündemlere teslim olmamaları için dava arkadaşlarına bu sözü söylemiştir. Onun bu sözünü kontekstinden kopararak imansız, eğitimsiz, plânsız, kadrosuz, âlimsiz, çözümsüz, ahlaksız, ibadetsiz bir iktidar özlemi için kullanmak beyhudedir.
Seyyid Kutub’un, “Önce Medineni kur, sonra çözüm ara” sözü, Kur’ân’daki velâyetle ilgili 200’den fazla ayetin özüdür. Müslümanlar bu sözle, kâfir velâyetine teslim olmamaya davet edilmişlerdir. Eğer bu kıymetli söz, fıkıhsız bir şekilde ehliyetsiz insanların dillerine pelesenk ettirilecek olursa;
Müslümanlar yaşadıkları ülkelerin sorunlarıyla ilgilenmezler ve ülkelerine yabancılaşırlar. Ülkelerinin sahibi olduklarını unuturlar ve kendilerini kiracı gibi görürler. Sanal bir ülkede yaşamayı alışkanlık haline getirirler. Müslümanların sorunlarına tepeden bakarlar. Bu ruh hâli daha sonra farkında bile olmaksızın Müslümanları dünya sisteminin bir parçası konumuna getirir.
Ülkelerinin sorunlarını görmeyen ve sahip çıkmayan Müslüman gençler ve dava adamları kendilerini fikren geliştiremezler. Ruhen olgunlaşamazlar ve her zaman güven bunalımında olurlar. Dinin alanını; genişlik boyutunu bilmeden daraltırlar.
Müslümanların sorunlarına İslâmî çözüm üretmeyen hareketlerin önderlik makamında tevhid ehli âlimler olmaz. Ümmetin önderlik konumunda âlimler olması gerekirken, âlim olmayanlar Müslümanları yönetir ve sonuçta davada sapmalar meydana gelir. İslâm dünyasında bunun örnekleri çoktur.
İslâm davasına gönül verip bir hareket inşa etmek isteyenler, kendi içinden âlimler çıkaramazsa, bunun sonucunda insanlar cahil kimseleri önderlik makamına çıkarırlar. Cahil kimselerin egemen olduğu hiçbir hareket, istikamet üzerine başarılı bir sonuca varamamıştır. Bu tehlikelerden Müslümanları koruyabilmek için Rabbani ulemayı yetiştirecek kurumları vakit geçirmeden oluşturmak şarttır.
Zamanın ilerlemesiyle sorunları çoğalan ve bu sorunlara çözüm bulamayan kimseler, İslâm davasını ütopik görmeye başlarlar. İnandırıcılığını kaybeden Müslümanlar ve hareketleri sebebiyle ideolojik tercihler dönemi başlar ve bunun sonucunda birçok insan irtidat hadisesi yaşayabilir. Müslümanların sorunlarına İslâmî çözümler üretemeyenler gençlerin ideolojik tercihlere bağlı sapkınlıklarından birinci derecede sorumludurlar.
Kendi ülkesine ve sorunlarına yabancılaşan Müslümanlar, zihinlerinde sanal ülkeler üretmeye başlarlar. Bu kötü başlangıç, müminleri, hayali bir dünyada yaşayan sosyalistlere benzetir. Bu benzeyiş onların inandırıcılıklarının kaybolmasına ve halkın nazarında meşruiyetlerinin yok olmasına sebep olur ki bunun sonunda dava marjinalleşir; insanlardan kopar ve varlık alanını yitirir.
Daha sonraki dönemlerde Müslümanlar ülkeleri için ciddi tekliflerde bulunacak olsalar, bu sefer birileri Müslümanların geçmişteki söylemlerine bakarak “takiye” yapmakla suçlayabilirler.5 Bu durum tekrar kendilerine sağlam bir zemin bulmak isteyen Müslümanların vakit kaybetmesine sebep olur. Kendilerini anlatmakta ve toplumu inandırmakta zorlanırlar. Hâlbuki İslâmî harekette vakit çok önemlidir. Yaşadığımız yerlerin bir defa bile İslâm beldesi kimliğini kazanması, Müslümanların ayak bastıkları yerlere sahip çıkmalarının, yurt edinmelerinin ve gâvura teslim etmemelerinin en önemli gerekçesidir. Dolayısıyla bu beldelerin her türlü sorununa ilgi duymak ve çözüm üretmek zorundayız.
Hayatın pratiği ile ilgili hiçbir çözüm üretemeyen ütopik söylemin sahipleri, biraz yaşlanınca ancak sağ bir partiden millet vekili olurlar ve geçmişlerine hayıflanırlar. Müslüman gençleri ayartmaya ve sisteme kulluğa çağırırlar. Ülkemizin birçok kelli felli yazarı, düşünce adamı, kanaat önderi gençlerimizi radikal (!) ve çözüm içermeyen düşünceleriyle vatanına yabancılaştırmıştır. Daha sonraları kapital elde edip yaşlanan bu adamlar ya sağ partilerden milletvekili olmuş veya çöplüklerinden yemlendikleri ağalarına kulluğa başlamışlardır. Küfür addettikleri resmi ideolojiye sadık birer mümin olma yolunda işlerini yoluna koymaya devam etmektedirler.
Yapmış olduğumuz açıklamalar gösteriyor ki İslâm davası çok ciddi bir çalışma ister. Bu çalışmalar; tevhid merkezli, kadrolu, fıkıhlı, plânlı, adaletli, istişareli, ahlaklı, kuşatıcı, takvalı, ilkeli, daimi ve çözüm odaklı olmalıdır. Ayrıca içerde müminlerin bilgi ve iman seviyesini en yükseklerde tutacak bir ilim heyeti bulunmalı ve Müslümanları sürekli tecdit etmelidir. Düşünce sapmasına karşı onları uyarmalıdır. Hareketin ideolojiye dönüşmemesi için gece gündüz gayret sarf etmelidir. Yüce Allah, dini anlamada ve derinleşmede mesafe alanları şu ayette, toplumun din anlayışına katkıda bulunmaları için göreve çağırmıştır:
“Genel seferberlik ilan edilmedikçe) Müslüman-ların hepsinin birden savaş için sefere çıkmaları uygun olmaz. (Çünkü İslâm toplumunun, savaş dışında toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatının yükünü çeken eğitimci, tebliğci, yönetici, esnaf ve sanatkârlara da ihtiyacı vardır. O hâlde, bir işbölümüne gidilmesi kaçınılmazdır. Bunun için) her bölge halkından (bir kısmı savaşa giderken, geride kalan diğer) bir grubun, savaşa çıkan arkadaşları dönüp geldiğinde onları uyarıp aydınlatmak ve böylece (ilâhî direktiflere karşı) daha dikkatli ve duyarlı olmalarını sağlamak amacıyla, dini konularda derinlemesine bilgi sahibi olmak için bir araya gelip ilim tahsil etmeleri gerekmez mi?” (Tevbe 9/122)
Bu çalışmalarla Müslümanlar tevhid, ahlak ve ibadet eğitimlerini ikmal ederek yeryüzünde adaleti hâkim kılmaya aday liyakatli bir ümmet olabilirler. Hayatın devamı içerisinde aralarında itikadi, siyasi, hukuki, sosyal, ahlaki, iktisadi ve kültürel sorunlar çıkabilir. Stratejik problemler yaşayabilirler. Bütün bu sorunları gerek yerel gerekse evrensel çapta çözebilecek âlim davetçilere ve hareket önderlerine ihtiyaç vardır. Onlara davanın meselelerinin götürülmesini ve ortak çözümler üretilmesini Yüce Allah şu ayette emretmiştir:
“Onlara, (İslâm toplumunun) güvenliğini ilgilendiren veya (müminler arasında ümitsizlik ve) paniğe yol açabilecek (bir söylenti ya da önemli) bir haber ulaşınca, (olayın içyüzünü araştırmadan ve sebep olabileceği toplumsal zararları hiç düşünmeden, hemen) onu (sağa sola) yayarlar. Hâlbuki (bu haberi duyar duymaz) onu Peygambere ve aralarındaki yetki sahibi kimselere iletmiş olsalardı, o yetkililer arasından bu tür haberlerden doğru hüküm çıkarma becerisine sahip olanlar, onu (titizlikle araştırıp haberin aslını ortaya çıkaracak ve buna karşı neler yapılması gerektiğini) bileceklerdi. Bakın, eğer Allah’ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytanın (ve o münafıkların) peşine takılıp gitmiştiniz!” (Nisa 4/83)
Üzülerek ifade edelim ki istinbat ehli ulemanın olmayışı, Müslümanları yapay gündemlerle uğraşmaya ittiği gibi, hareketin nereden, nasıl ve kiminle başlayacağı sorularını da cevapsız bırakmıştır. Bu üç sorunun doğru cevabı o ülkedeki Müslümanların tuttukları yolun doğruluğunu belirler. Bu badirelerden selametle çıkmak istiyorsak Kur’ân ve sünnete kulak verip İslam davetçilerinin sorunları çözebilecek kabiliyette olmalarına, en azından bundan sonra özen göstermeliyiz. Muaz b. Cebel’in Yemen’e giderkenki anlayışını zihnimizde canlı tutup Müslümanların sorunlarını Kur’ân ve sünnet eksenli çözmeliyiz. Sorunları ertelememeliyiz. Eğer çözüm sunmakta ağır kalacak olursak, boşluk kabul etmeyen hayat, sorunlarımızı bir başkasına havale ederek İslâm dışı kurumları Müslümanların hayatlarına müdahil hale getirir. Müdahale bir defa başladı mı artık devamı gelir ve insanlar farkında bile olmadan sabahtan akşama din değişimine uğrarlar.
Burada tekrar ellerimizi vicdanımıza koyup şahitlikte bulunmak zorundayız. Hayatımızın genişlik ve uzunluk alanlarında İslâm tek belirleyici mi? Bu sorunun doğru karşılığı kimliğimizin tanımıdır. İşe buradan başlamak zorundayız. Bu sorunun doğru cevabı verilip pratik hâle getirilmeden yapılan çalışmaların aldatıcı ve İslâmî olmadığını gördük. Müslüman olarak “aynı yerden bir daha ısırılarak” basiretimizi köreltmemek için uyumadan ve şekerleme yapmadan yola devam etmeliyiz. Kurtuluşu yine burada aramalıyız. ■

Kaynakça
1. Maide Suresi 44-47. ayetlerin tefsirleriyle ilgili başta Taberi’nin Cami’u’l-Beyan’ı olmak üzere klasik tefsirlere bakılacak olursa konunun örnekleri görülebilir.
2.Bizim buradaki eleştirimiz, asla müçtehit imamlar tarafından kurulan mezheplere değildir. Mezheple dini birbirine karıştıran ve dinin, hayatı kuşatıcılığını yok sayan ve metodik düşünceye yabancı kalan cahil kimseleredir.
3.Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’ân, Daru’ş-Şürûk, Beyrut, 1996, c. IV, s. 1949-1968.
4.Bak: Tevbe 9/33; Fetih 48/28; Saff 61/9.
5.“Takiye” bir İslami hareket fıkhıdır. Kur’ân kavramıdır. İşkence dönemlerinde alınması gereken tavırlarla ilgili sünnetten örnekleri vardır. Müslümanlar, kavramlarının kasıtlı şekilde anlamının değiştirilmesine razı olmamalıdırlar. Müslümanların, zalimlerin ikrahı ile karşılaştıklarında azimet veya ruhsat kullanmalarının derecelerini muhtevidir. İkrahın derecesine göre vaziyet alınır. İsteyenler klasik kaynaklardan Âl-i İmran 28 ve Nahl 106. ayetlerin tefsirlerine bakabilirler.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?