Kavurucu sıcakların insan yüzünü yakıp estiği aynı zamanda da ağaçların yemyeşil, ırmakların derelerin serin suları olduğu bir yaz mevsimi… Bolluk ve bereket zamanında belki de Allah (c.c) kullarını ayırmak için imtihan etmek istedi.
Bu sefer Rumlarla karşı karşıyaydı Medine halkı. Efendimiz emir buyurmuş, savaş hazırlıklarına başlanmıştı. Fakat imtihan dedik ya, her insan imtihan anında sebat edemiyordu işte.
Tebük seferine katılmak istemeyen münafıklar türlü türlü mazeretlerle geldiler efendimize. Kimi, savaşa çıkacak teçhizatımız, bineğimiz yok dedi. Kimi Rum kadınlarına zaafı olduğunu söyleyip fitneye düşmek istemediğini, kimi hasta ve aciz olduğunu söylerken kimi de bu sıcakta savaşa çıkılır mı diyerek savaşa katılmamak için her türlü bahaneyi ileri sürmüşlerdi. Peygamber, herkesin sözlerine sükût edip asıl durumlarını Allah’a bırakırken, Allah onların bu sözlerine karşı cehennem ateşi daha sıcaktır ayetiyle cevap veriyordu.
Ordu, hazırlıklarını yaparken işi aceleye getirmek istemeyen, aslında gitmek isteyip de hazırlık için gevşeklik gösteren bir sahabe daha vardı ki kendisinden büyük dersler alacağımız bir imtihan geçirmişti. Kâb ibni Malik!..
Kendisi, bu dönemden önce hiç bu kadar dinç ve güçlü olmamasına rağmen orduya katılmak için gevşek davranmış, her gün bugün yapacağım diye işlerini yarınlara ertelemişti. Günümüz Müslümanlarının haline ne kadar da benziyor değil mi? Fakat bizimle Kâb arasında bir fark vardı…(?)
Savaş günü gelip çatmış ve ordu sefere çıkmıştı. Kâb ibni Malik o gün nasıl büyük bir hata yaptığını anladı anlamasına ama her şey için artık çok geçti. Geriye dönüp bakınca kendisini münafıkların ve kadın ve yaşlıların içinde buldu…
Efendimiz, yolda binlerce insan içinde onun yokluğunu fark etmiş ve nerede olduğunu sormuştu. Belki de kardeşine sitem olarak sahabeden biri “onu, bu sıcakta ağaçların gölgesi ve serin sular bize katılmasına engel oldu demişti.” Efendimiz bunun üzerine sadece sükût etmiş Kâb’ın kendilerine katılmadığına üzülmüştü.
Ve Tebük gazvesi savaş olmadan bitmiş ordu tekrar Medine’ye geri dönmüştü. Efendimiz, mescide gidip iki rekât namaz kıldıktan sonra savaşa katılmayanların mazeretini dinlemek üzere herkesi yanına çağırdı. Sefere katılmayan herkes teker teker içeri girip bir mazeret ileri sürüyor, efendimiz de onları dinleyip asıl durumlarını Allah’a havale ediyordu. Sıra Kâb ibni Malik’e gelmiş, arkadaşlarının, sen de bir mazeret uydur, demelerine aldırmadan huzura çıkıp doğruları söyledi. “Ya Rasulallah, vallahi istesem bir mazeret bulup seni ikna edebilirim. Ama Allah’a karşı hiçbir mazeret süremem” diyerek savaşa çıkmamanın sebebini sadece gevşekliği ve ertelemesi olarak anlatmıştı. Efendimiz, onu dinledikten sonra bir müddet susup can alıcı bakışlarla baktıktan sonra gitmesini ve Allah’ın bu konuda hükmünü beklemesini söyledi.
İnsanın, bir hata yapma sonucu Allah’ın kendisi hakkında bir hüküm indirmesini beklemesi kadar tüyler ürperten bir durum daha var mıdır? Acaba bile bile ve hiçbir mazeret olmadan sadece bir tane emri çiğnediği ve efendimizi yalnız bıraktığı için Allah, hakkında ne ferman buyuracaktı?
Gitti Kâb… Sonradan kendisi gibi iki sahabenin de aynı durumda olduğunu öğrenip üçü Allah’ın emrini beklediler. Ve Allah emrini verdi. Efendimiz bir sahabeyi görevlendirip herkese Allah’ın hükmünü duyurdu. Savaşa hiçbir mazeret olmadan katılmayan Kâb ibni Malik, Mürare b. Rebi ve Hilal bin Umeyye ile hiç kimse konuşmayacak, selam bile vermeyecekti!
Zor günler başlamıştı Kâb ve arkadaşları için. Kâb, hatasını anlayıp gece gündüz tövbe ve istiğfara başladı. Gece sürekli ibadetle geçiriyor gündüz de mescide giderek efendimizi görmek ve ona yakın olmak istiyordu ama efendimiz bu emirden sonra bir kez olsun dönüp yüzüne bakmıyordu. Selam veriyor ve dudaklarına bakıyordu Kâb, acaba Rasulallah selamımı aldı mı diye ama efendimiz ondan yüz çeviriyordu. Ondan yüz çeviren sadece efendimiz değildi. Sahabe efendilerimizden hiç kimse onun yüzüne bakmıyor, kimse tek kelime bile etmiyordu, çünkü emir böyleydi.
Günler günleri kovalayıp duruyordu. Kâb, geceleri sabaha kadar gözyaşı döküyor gündüz de insan içine çıkıyordu. Diğer iki arkadaşı evlerine kapanmış hiç durmadan ağlıyorlardı. Fakat Kâb öyle yapmıyordu. Belki biri yüzüme bakar, bir kelime söyler diye çıkıyor ama kimseden yanıt alamıyordu.
Gittikçe daralıyordu artık Kâb. Dünya bütün genişliğiyle ona dar gelmeye başlıyordu. Günler geçmesine rağmen hiç kimse onunla muhatap olmuyordu. Üstüne, bir gün bir sahabe kendisine gelip eşini ailesine göndermesi gerektiğini söyleyip uzaklaşmıştı. Kâb, artık Allah’tan başka hiç kimse ile konuşmuyordu.
Ey gökteki yıldızlardan bir yıldız olan Kâb ibni Malik. Sen sadece bir kere emre karşı geldin de efendimiz ve tüm kardeşlerin sana sırtını döndüler. Dünya sana dar geldi. Nefes alamaz oldun. Efendimizle olup ondan uzak olmak ne kadar da acı verdi sana. Hele de Onun senden yüz çevirmesi, yüzüne bile bakmaması, kardeşlerinin bulunduğun ortamdan uzaklaşması ne kadar zor geldi sana. Peki bizler kaç emir çiğnedik şimdiye kadar? Allah ve Resûlüne karşı kaç defa baş kaldırdık? Hem, bizim de ne çok ertelediğimiz şeyler var bir bilsen…
Yaklaşık elli gün geçmişti aradan. Bu süre zarfında Kâb ve diğer arkadaşlarının artık mecali kalmamış, ağlamaktan gözlerinde yaş tükenmişti. Ama insanın sadakati ve samimiyeti idi onu özüne döndüren… Rabbine ulaştıran…
Bir sabah vakti namazdan sonra çatıda secde halinde iken uzaklardan bir sesin kendisini çağırdığını duydu Kâb ibni Malik. Müjde diyordu, müjde! Kâb, tövbesinin kabul olduğuna inanarak kendisine doğru gelen sahabeye koştu. Evet, Allah, haklarında ayet indirmiş ve onları affetmişti.
“Ve Allah, (haklarındaki hüküm) geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabûl etti). Yeryüzü, olanca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları sıkıştıkça sıkışmıştı. Nihâyet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönmeleri için Allah, onların tövbelerini kabûl etti. Çünkü Allah, tövbeyi çok kabul edendir, Rahim’dir. (O hâlde) ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun!” (Tevbe, 118-119)
Kâb ibni Malik, sevinçten üzerindeki gömleği çıkarıp haberciye hediye edip birlikte mescidi nebeviye gittiler. Herkes toplanmış, efendimizin yüzü ay gibi parlıyordu sevinçten. Önce Peygamber efendimiz kalkıp onu tebrik etmiş sonra diğer sahabeler kutlamıştı onu.
Ne dersiniz? Kâb ibni Malik gibi bir tövbe gerekmez mi bize? Onu, sadakat ve doğru sözlü olması selamete çıkarmıştı. Hatasını kabul edip itiraf etmesi, bununla yetinmeyip gece gündüz demeden tövbe ve istiğfarda bulunması bağışlamasına vesile olmuştu. Bize de Kâb gibi bir samimiyet gerekir şimdi. Günahını itiraf ve arınmak için bir tövbe lazımdır bize.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?