Bulutların ardına saklanan yağmur tanelerindeki sabırsızlık, apayrı bir kudret eseri… Sanki evvelden ayrışmış ve tanelerine ayrılmış gibi, toprakla buluşmanın aşk ve şevki içerisinde özlemle yağar ve şefkatle iner yeryüzüne. İner inmez toprağı hafif bir savuruşu var ki, ancak izlenirse sırrına vakıf olunur.
Bitkiler ve hayvanlar dünyası beklentilere en makul şekilde karşılık verir hayatta. Birinden birisi vazifesini ifa etmez ve bir aksaklık çıkarırsa, insanoğlu bunu ağır bir ceza ile cezalandırmak ister. Bu sonuca isyan eder. Sabır göstermeyi düşünmez. Eğer Allahın insanoğluna bahşettiği irade zamanında kişiye rehber olmazsa, beklentisine karşılık vermedi diye yeryüzünde bozgunculuk çıkarır. Sebep basittir. Yağması gereken yağmur yağmadı yahut geç yağdı diye. Meyve vermesi gereken ağaç meyve vermedi diye. Süt vermesi gereken hayvan süt vermedi diye. Bunlardaki her bir gecikmenin bile sünnetullah olduğunu unutan insanoğlu, azgınlığına bir yenisini daha eklemek ister. Allahın yaratmasına karşı gelerek neredeyse kendisi işe karışarak yaratmak ister. Buna gücü yetmez. Buna gücünün yettiğini zannedenlerin zamanında yaptıkları isyanların her birisi korkunç bir helak oluşla neticelendi. Firavunların, Nemrutların her birisi bugün ibret abidesi olarak kitaplardaki yerini almış bulunmakta.
“Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri! Oyun olsun diye (gayesiz bir şekilde) yaratmadık.” (Duhan, 38)
“Muhakkak ki Biz, yeryüzünde olan şeyleri, onların hangisi daha güzel amel edecek diye imtihan etmemiz için, ona (arza) ziynet kıldık.“ (Kehf, 7)
“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk, 2)
Bütün kâinat, Yüce Allah’ın erişilmez kudretiyle donatılmış bir şekilde yaratılmış insanoğlunun harüküladeliğine şehadet eder. Her bir azası, çalışma şekli, yaşama direnci, hastalığı ve sağlığı, onu ayakta tutan ruh kalesinin bedeni ayakta tutabilme sırrı araştırıldığında ise, onu besleyen enerjiye götürür bizi. Beden ülkesinin kralı diyebileceğimiz ruh; görülmediği halde idare etmek, yönetmek ve vücuda özellik kazandırmak yönüyle gizemini muhafaza etmektedir. Ancak onun dahi bu misyonu icra edebilmesi, kendisine güç takviyesi olacak bir dizi icraata bağlıdır.
“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat, 56)
Her varlığa yakışan bir elbise vardır. Kuşların üzerindeki tüylerin narin yapısı her zaman için beğenimizi kazanmıştır. Her bir kuştaki desenlerin farklı oluşu, tüylerin dizilişi, kanatlardaki üstün sanat anlayışı bizi büyülemiştir. Sadece kuşlar mı? Tüm varlık alemi…Bitkiler, su dünyasının kahramanları olan balıklar…Dağlar, taşlar…İnsanoğluna ne yakışır derseniz, kulluk derim ben. Çünkü esas yaratılış gayesi kulluk ise ona yakışacak en güzel şey de ibadet elbisesidir. Hayatına anlam kazandıracak, ona şeref ve haysiyet kazandıracak olan yegane şey ibadettir, kulluktur. Allah bilincinden uzak olan insanların yeryüzünde çıkardıkları fesadı gördükçe buna olan düşüncemizin de kavileşmesi gayet doğaldır. Rabbini bilen nefsini bilecektir şüphesiz. Nefsiyle mücadeleyi ve onu ehlileştirmeyi… İnsanlığa faydalı olmayı, kan dökmemeyi, yalan söylememeyi, zina etmemeyi… Bunu karşılığını da verecek olan yine sahibimiz olan Allah’tır.
“Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet ediniz; belki böylece korunmuş olursunuz.” (Bakara, 21)
Allahın koruması altına girmek ne büyük mükâfattır. Yaratılmış tüm mahlûkat Hakkın zikri ile meşgulken, insanoğlundaki cehennem ateşini tatma arzusu, isyan etme arzusu anlaşılır gibi değil. Eğer öz iradesini kullansa bunu asla yapmayacak. Lakin nefis ve şeytanın teşvikleri ağır basınca maalesef kulluk bilinci, yaratıcıya sığınma isteği de o oranda zayıflamaktadır. Tutunacak bir dal vardır. Yaratılış gayemize kuşanıp, yeryüzünü ıslah etme iradesini yeniden göstermek. Belki böylece korunmuş oluruz. Ne dersiniz?
Nihat Öner