Tarih 24 Kasım 2017… Beytülmakdis’in işgalinin tam 100. Yılında, Allah nasip etti, bizler Mardin’den bir ekiple imkânları zorlayarak Beytülmakdis’i ziyarete gittik. Yıllardır hasretini çektiğimiz, her namazda özgürlüğü için dua ettiğimiz, resimlerde, videolarda sürekli gördüğümüz, takip ettiğimiz Mescid-i Aksa’yı dünya gözüyle görebilecektik.
Mardin’den Diyarbakır’a oradan İstanbul’a geçtik. Daha sonra orda biletlerimiz bizlere verildi. Bileti elime alıp incelediğimde orda İstanbul-Tel-Aviv yazıyordu. Yani İstanbul’dan bugünkü, sözde siyonist israilin başkentine gidip ondan sonra Kudüs’e gidecektik. Biran duraksadım ve kendi kendime “Şu işe bak! Kendi topraklarımıza bile özgürce gidip ziyaret edemiyoruz.” dedim. Sonra uçağa binip gerçek ismi Tel-Râbia olan Tel-Aviv’e doğru yola çıktık.
Tel-Aviv Ben Gorion Havalimanına ulaştık. Orda iner inmez gözümüzün içine sokulurcasına asılan işgalcilerin paçavralarını gördük. Biraz daha ilerlediğimizde bir duvarın üstüne kocaman harflerle yazılı olan “Welcome to israel: israile hoş geldiniz” yazısını gördük. Yanında da yine kocaman asılmış bir israil paçavrası bulunuyordu. Açıkça bizlere şu mesajı veriyorlardı; “Burası bizim, buranın sahipleri bizleriz…”
Hâlbuki biz, onların bu toprakları zulümle, kan ve gözyaşıyla nasıl gasp ettiklerini gayet iyi biliyoruz. Daha sonra 2-3 saat gibi bir süre boyunca bizi orada beklettiler. Yine bunu yapmalarının en büyük sebebi de gelen kafilelere psikolojik bir baskı oluşturmak. Yani hem bizim kontrolümüz altında buraya girersiniz ve yine ancak biz izin verirsek buradan geçebilirsiniz mesajını vermeye çalışıyorlardı. Tüm bunlar yaşanırken biz ikindi namazını kaçıracaktık. Onun için arkadaşlarla birlikte karar verdik ve havalimanında onların gözünün önünde cemaatle namazımızı eda ettik. En çok da bu durum hoşuma gitmişti. Çevremizdeki israilliler bize çok tuhaf ve dikkatlice bakıyorlardı.
Neyse onca bekleme süresinden sonra nihayet Kudüs’e doğru yola çıktık. İçim öyle kıpır kıpırdı ki, anlatamam. Müslümanların ebedi başkenti, peygamberler diyarı Kudüs’ü görecektim, içim nasıl kıpır kıpır olmasın? Kudüs’e doğru ilerlerken bir yandan da siyonistlerin işgallerini nasıl da gizlediğini düşünüyordum. Öyle bir düzen kurmuşlardı ki, meseleden bihaber olan bir kişi sanır ki, israil yüzyıllardır bu topraklarda ve Filistinliler onların bu güzel düzenlerini bozma uğraşındalar. Hava limanından tutun otoyollarına, şehirleşmeden tutun çevre düzenlemesine kadar her şeyde işgallerini gizleyip süslemiş püslemişlerdi. Ama onlar her ne kadar gizleseler de biz onların bu süsleyip püsledikleri şehirlerin altında Filistinli çocukların, annelerimizin, bacılarımızın feryatlarını duyuyoruz ve görüyoruz. Onların nasıl birer vahşi terörist olduklarını gayet iyi biliyoruz. Ve inanıyoruz ki, bunu hiçbir zaman gizleyemeyecekler.
Ve beklenen an geldi, Kudüs’e doğru giriş yaptık. Zeytin Dağından ilerlerken şoförümüz “Mescid-i Aksa sağ tarafımızda, bakın.” dedi. Ya Rabbi… Kubbetü’s-Sahra’nın gece vakti o parıltısını uzaktan öyle görünce bir an kendimden geçtim. Bu ne güzellik böyle dedim kendi kendime.
Rehberimize bu gece mutlaka Mescid-i Aksa’ya gitmek istiyoruz dedik. Ama o yatsı namazından sonra siyonistlerin isteği üzerine Aksa’nın kapandığını söyledi. Ama isterseniz otele gittikten sonra Kadim Kudüs’e gidebiliriz dedi. Biz de hemen kabul ettik. Otele gidip yatsı namazını kıldıktan sonra Kadim Kudüs’e doğru yola çıktık. Tarihî Kudüs surlarının dibinden geçerek meşhur Şam Kapısı’na diğer adıyla Bâbu’l-Amud’a ulaştık. Orda otobüsten iner inmez sağ tarafımızda eli silahlı bir israil askeri gördüm. Bu da yine psikolojik bir baskıydı. Biraz daha ilerledik ve o muhteşem görüntüsüyle Şam Kapısı’nı gördük. Filistinliler buraya “Şühedâ Kapısı” yani Şehitler Kapısı diyorlardı. Çünkü yüzlerce Beytülmakdisli kardeşimiz, işgalci teröristler tarafından burada şehit edildi. Onun için Makdisli kardeşlerimiz buraya bu ismi vermişlerdir. Kadim Kudüs’e açılan bu kapının dört bir yanını teçhizatlı işgalci askerler sarmış durumdaydı.
Kapıdan girer girmez kadim şehrin o tarih kokan sokaklarından yürüdük. Ama tarihî her mekânda olduğu gibi bu tarihî sokakları da siyonist işgalciler sarmışlardı. Her köşe başında bir iki işgalci asker ve mobese kameraları bulunuyordu. Normal şartlarda Birleşmiş Milletlere göre uluslararası statüye sahip olan Kudüs’te ne bir devletin bayrağı ne de bir asker ve polisinin bulunmaması gerekiyor. Ama işgalci İsrail, BM’nin hiçbir kararını tanımadığı gibi bu kararını da tanımamaktadır. Tam bir fiyasko olan 1967 Savaşını da kazanır kazanmaz bu kadim şehri de işgal ettiği sınırlara dâhil etti. Ve yıllarca adım adım bizler uyurken onlar tüm devlet mekanizmalarını, asker ve polis teşkilatını buraya yerleştirdi. Ve Kudüslü kardeşlerimizden bin bir türlü entrikalarla gasp ettiği evlere siyonistleri yerleştirerek Kudüs’ü günden güne siyonistleştirdi.
O kadim sokaklarda yürürken hayretle taşlara bakıyordum. Her biri tarih kokuyordu. Ecdat bu taşlara ayak basmıştı, ama şimdi bu zalimler ayak basarak buraları kirletiyorlar, dedim kendi kendime… Daracık sokakları, tıpkı bizim Mardin’in Kadim sokaklarına benziyordu. Bazı esnaflar hâlâ açıktı. Bizim Türkiye’den geldiğimizi gördüklerinde öyle sevindiler ki, anlatamam. Hoş geldiniz Abdülhamit’in torunları diyorlardı bizlere. Biz de aynı sevgiyle karşılık verdik onlara.
Kadim sokaklarda yürümeye devam ediyorduk. Rehberimiz Numan Balcı abimiz bizlere “Bugün Burak Duvarı’na gidelim.” dedi. Eğer bugün gidemezsek yarın gidemeyiz, çünkü siyonistlerin dinî bayramı olan Şabat yaklaşıyor, sonradan girmemize izin vermezler, dedi. ‘Tamam, olur’ deyip Efendimiz (sav) Miraç gecesi Burak bineğini bağladığı o kadim duvara doğru yürümeye başladık.
Yolda fötr şapkalı dindar yahudilerle karşılaştık. Bunlar siyonist hükümet tarafından bir nevi koruma altına alınan vatandaşlardır. Hükümet bunlara maaş bağlar ve hiçbir iş yapmayıp sadece saf ve temiz kandan olan yahudi ırkının devamı için çocuk yapmalarını ister bunlardan. Ve bunlar kalabalık ailelerden oluşmaktadır.
Burada güvenlik önlemleri öylesine üst seviyededir ki, attığınız her adımı rejim takip etmektedir. Ayrıca olası bir durumda çok farklı tepkiler verebiliyor işgalci güçler. Ya ateş açabiliyor ya sizi getiren firmaya ceza kesiyor ya tüm grubu alıp karakola götürüyor ya sınır dışı ediyor ya da 5 yıl 10 yıl gibi cezalara mahkûm ediyorlar. Bir iş yaparken eğer zararı faydasından çok olacaksa o işi yapmamak daha makbuldür. Hem böylesine ucuz kahramanlıklara da gerek yok. Ferasetli hareket ederek onlar üzerinde kısa süreliğine etki bırakacak eylemlerden çok daha derin etkiler bırakabilecek eylemlerde bulunmak gerekir. Tabii yeri geldiğinde de bir şey yapılması gerekiyorsa onun da yapılması gerekir. Misal bir kardeşimizi darp ettiklerini vs. gördüğümüzde karışmamak yerine gidip o kardeşimize yardım edip onu küfrün elinden kurtarmak gerekir.
Burak Duvarına açılan mahallenin girişinde siyonistler X-ray cihazları yerleştirip kontrolden geçirterek girişlere ancak izin verebiliyor. Bizler de tek tek o kontrol cihazlarından geçtik. Lâkin o fötr şapkalı olan yahudiler, hiçbir aramadan geçmeden rahatlıkla buraya girebiliyorlar.
Aramalardan geçip Burak Duvarının bulunduğu alana giriş yaptık. Bu alanın genişliği bayağı büyüktür. Genişlettikleri bu alan da ecdadımız Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ü özgürlüğüne kavuşturduktan sonra buraya yerleştirdiği Meğâriblilere (Faslılar) ait mahalleydi; siyonist teröristler tam bir fiyasko olan 1967 Savaşından sonra buldozerlerle bu mahalleye girip tarihî ev, cami, medrese ne varsa yakıp yıkmıştır. Kendisine engel olmak isteyenleri de ya şehit etmiş ya da sürgüne göndermiştir. Sonra da kalkıp Burak Duvarına “Ağlama Duvarı” diyerek hem Efendimiz’den (sav) miras kalan duvarı hem de Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin emaneti olan mahalleyi kendilerininmiş gibi göstermişlerdir.
Beytülmakdis’i ziyaretimizde beni en çok etkileyen yerlerden bir tanesiydi Meğâribe Mahallesi. Onların işgalleri bir an belirdi gözlerimin önünde. 1967 Savaşından sonra burayı buldozerlerle nasıl yıktıklarını kendilerine karşı çıkan kardeşlerimizi nasıl şehit ettiklerini bir an olsun canlandırdım gözümde ve gözyaşlarıma hâkim olamadım. Oradan geçen çoğunluğu Avrupa’dan getirtilen siyonistler ise gayet sevinçli mutlu bir şekilde eğleniyorlardı. Çoğunluğunun yaşı bizlere yakındı.
Kendi gençlerini ve çocuklarını siyonist ideolojisiyle yetiştirip kendilerinden sonra onların bu davayı devralmalarını sağlıyorlardı. Onlar 50 yıl, 100 yıl sonrasını düşünerek gelecek nesilleri bu şekilde yetiştiriyor. Durdum ve bir de kendimize baktım. Şu an ki, genç neslimizin çoğunluğu bırakın davayı sahiplenmeleri daha Kudüs’ün nerde olduğunu bizler için ne önem arz ettiğini bilmiyorlar. Kendi çocuklarımıza ise hiçbir dava şuurunu vermeden onları büyütüyoruz. Yani gelecek adına çok bir şey yapıyoruz diyemeyiz. Hâlbuki onların yetiştirdiği nesiller 50 yıl sonra bizim nesillerimizle karşı karşıya gelecekler ama onlar hazırlıklı olacaklar bizler ise hazırlıksız.
Lâkin hiçbir şey için de geç değildir. Bugünden itibaren bizler de kendimizden başlayarak ailemize, eşimize, çocuklarımıza, gençlerimize bu dava bilincini vererek evvela zihinlerimizi işgalden kurtarıp gelecek adına önemli adımlar atabiliriz. Çünkü zihni işgal altında olan bir kimsenin dava vs. umurunda bile olmaz. Onun için evvela zihinlerimiz temizlenmeli. Kan ve gözyaşı üzerine imar ettikleri bu saltanatları elbet bir gün sona erecektir. Allah’ın izniyle bu bizim elimizle gerçekleşecektir. Çünkü hiçbir zulüm ebedi değildir, bunu unutmamamız gerekir.
Erkenden sabah namazını Aksa’da kılacağımızı ve geç uyumamamızı telkin etti bizlere. O gecenin bitip sabah namazının olmasını sabırsızlıkla bekledik. Ve sabahleyin erkenden kalkıp otobüsle mübarek Mescid-i Aksa’ya doğru yola çıktık. Artık hasretin bitmesine sadece dakikalar kalmıştı. Ve nihayet Aslanlı Kapı’dan Mescid-i Aksa’ya giriş yaptık. O an öyle bir ruh halindeydim ki, içimde hem hüzün hem de sevinç vardı.
Aksa’ya kavuşmanın sevinci olduğu gibi işgal altında olması bana ayrı bir hüzün katıyordu. O sevinci tam anlamıyla yaşayamıyordum. Çünkü Aksa’nın tüm kapılarında bir grup işgal askeri durmuş, içeri giriş çıkışları kontrol ediyorlardı. Düşünün ki, Efendimiz (sav) Mirac’a çıktığı ve peygamberlere namaz kıldırdığı Müslümanların ilk kıblesi olan Mescide o işgalcilerin izni olmadan giremiyorum. Tam anlamıyla sevinebilmem nasıl mümkün olabilirdi ki, bu durum karşısında?
İçim buruk bir halde Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu alana doğru yürüdüm. Sonra mı? İşte o tüm ihtişamıyla Kubbetü’s-Sahra bizi karşılıyordu. Gerçekten beni benden alan eşsiz bir güzelliğe sahipti. Sadece bakakaldım bu güzide eser karşısında. Ve hemen şükür secdesine kapanıp beni Mescid-i Aksa’ma kavuşturan Rabbime şükür ettim. Daha sonra Kıble Mescidi’ne gidip sabah namazını eda ettik. Makdisli kardeşlerimle saf tutup namaz kılmak hele ki, Fatiha’dan sonra o hep birlikte çıkan “Aaaamiiiin” sesi beni benden almıştı adeta. Aksa’da namaz kılmanın tadı bir başka gerçekten. Bunu orda kıldığım her vakit namazında fark ettim. Rabbim bir kez daha nasip etsin inşallah.
Beni etkileyen bir diğer olay da Cuma günü Aksa’nın avlusunda tanıştığımız ve konuştuğumuz Kudüslü abiler ve amcalardı. Hele Cihad adında bir abiyle Cuma namazı sohbet etmiştik ayaküstü. Cihad Abi’ye “Kudüs’te durumunuz nasıl?” dediğimde her şeye rağmen “Elhamdülillah” demişti. Araplar, özellikle Suudi Arabistan ve diğer Arap devletlerinin Mescid-i Aksa davasına sahip çıkmamalarına sitem ediyordu. Ve devamında şunu ekliyordu. “Hiçbir Arap devleti dahi yanımızda olmasa Allah bizimledir. O ne güzel vekildir.” diyordu.
O an durdum, “Ya Rabbi, bu ne güzel bir imandır. Bu ne güzel teslimiyettir.” dedim kendi kendime. Sadece Cihad Ağabey değil, konuştuğumuz birçok Kudüslü kardeşimiz, amcamız siyonist işgalin ebedi olmadığını, çok yakında bu işgallerin biteceğini söylüyorlardı bizlere. Her şeye rağmen yine de umutları vardı. Zaten umudun yoksa sen de yoksun demektir. Ve ancak kâfirler Allah’tan ümit keserler. Biz hiçbir zaman Allah’tan ümidimizi kesmeyeceğiz. İnşallah oradaki işgal en kısa zamanda sonra erecektir. Yaşadığımız onca durum ve tanık olduğumuz onca şey var ki, hepsini maalesef ki, burada zikredemiyorum. İnşallah başımızdan geçen son bir olayı daha anlatıp yazıma noktayı koyacağım.
Kudüs’teki Üçüncü günümüzdü. Bugün dedemiz Hz. İbrahim’in şehri El-Halîl’e doğru yola çıktık. El-Halîl’de Hz. İbrahim Camii’ni ziyaret etmeye gittik. El-Halîl normal şartlarda işbirlikçi Filistin hükümetine bağlı olan bir şehirdir. Lâkin işgalci teröristler istedikleri zaman şehre girip orda istedikleri kişiyi tutuklayabiliyor. Ayrıca kendilerine ait arama noktaları ve karakollar da oluşturmuşlar. Yine şehirde hemen hemen her mahalle arasına demir turnikeler koyarak El-Halîlli kardeşlerimiz üzerinde psikolojik baskı oluşturmaktalar. İşte biz tabiri yerindeyse dünyanın en büyük açık hava şehir hapishanelerinden birisine gidiyorduk. El-Halîl’e vardığımızda Hz. İbrahim Camii’nin girişine doğru geldik. Lâkin bu işgalciler bizlere ait hangi kutsal mekân varsa orayı işgal ettikleri gibi Hz. İbrahim Camii’ni de işgal etmişlerdi. İşgal süreçleri de 25 Şubat 1994’te sabah namazı sırasında El-Halîl şehrinde Halîl İbrâhîm Camii’nde düzenlenen saldırıyla oldu.
Namaz sırasında camiye gelen işgalci bir yerleşimci olan Baruch Goldstein isimli ABD kökenli bir doktordu. İşgalci M-16 otomatik silahıyla ateş açarak 29 Müslümanı orada şehit etti ve 125 kişiyi de yaraladı. Katliamdan sonra cami dokuz ay boyunca tadilat gerekçesiyle kapalı kaldı. Açıldığında ise işgalci rejim, üçte ikisini sinagog yapmış, cami olarak bıraktığı alana ise gözetleme kameraları koymuştu. Girişe ise manyetik kontrol cihazları ve demir turnikeler yerleştirilmişti. Camiin girişine iki ayrı noktaya demirden dönen kafes gibi bir mekanizma koymuşlar. Her seferinde tek kişi içine giriyor, içindeki mekanizmayı döndürerek geçiş yapıyor. Eğer işgalci teröristler mekanizmayı durdurursa içeride kalıyorsun. Bunu yaparken gülerek senin yüzüne bakıyorlar. Müslümanların izzetiyle oynuyorlar resmen. Aynı zamanda da pasaport kontrolü de yapılıyor. İşte bizler o boydan demir turnikelerden ve manyetik cihazlardan geçtikten sonra işgalci teröristlerin kontrolü sonrasında ve ancak izin vermeleri ile girebildik. Aksi takdirde bazen hiçbir neden ve durum yokken gelen kafilelerin camiye girmelerine izin vermeyebiliyorlar. Sadece gelen kafilelerin değil oranın yerli halkına da aynı muameleyi yapmaktalar.
İçerideki durum da aynı şekilde içler acısı. Cami ikiye bölünmüş. Bir kısmı sinagoga çevrilmiş. Hz. Yakub (a.s), onun eşi Leya (r.a) ve Hz. Yûsuf’un (a.s) kabri yahudilere ait olan kısımda kalmış. Sadece bayramlarda ve kandillerde aralardaki kapılar açılıp ziyaret serbest bırakılıyormuş. Hz. İshak (a.s) ile eşi Refika (r.a) kabirleri ise Müslümanlara ayrılan kısımda yer alıyor. Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Sare’nin (r.a) kabri ise ortak alanda yer alıyor.
Camiye girdiğimizde Müslümanlara ayrılan bölümde rehberimiz Numan Hocamız tek tek bu kabirleri tanıttı. Her birinin başında birer Fatiha okuduk. Birçok yerde olduğu gibi El-Halîl Camii’nde de ecdadın izleri görülüyordu. Sultan II. Abdülhamit’in oraya yerleştirdiği iki büyük şamdan vardı. Üstünde Osmanlıca harflerle Sultan II. Abdülhamit’in ismi yazılıydı. Yine Şarkın Sevgili Sultanı Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin oraya yerleştirdiği minber de bulunmaktaydı.
Aynı minberden iki tane daha vardı. Biri Mescid-i Aksa’ya yerleştirilmişti. Ki, o maalesef 1969’da siyonist bir terörist tarafından çıkarılan bir yangınla kül oldu. Bir diğeri de Şam’daki Emevî Camii’ne yerleştirilmişti. Onun akıbeti ise meçhul. Lâkin bu minber o tarihten günümüze kadar onca saldırı ve istilaya rağmen sağlam kalabilmişti. Ecdattan yadigâr kalan bu emanetleri görebilmek gerçekten çok güzeldi. İnşallah Mescid-i Aksa bir gün özgürlüğüne kavuşursa eğer Sultan Selâhaddîn’in bu minberini Mescid-i Aksa’da yanan o minberin yerine yerleştirmeyi istiyorum. Rabbim nasip etsin inşallah. Çünkü bu minber orada bir başka anlam ifade edecek. Nureddîn Zengî’nin bu minberinin orada bulunması bir fetih nişanesiydi. Siyonistler bilerek Kıble Mescidini hedef aldılar. Sonradan yapılan bir benzeri her ne kadar orda olsa da orijinali gibi olamaz.
Kim bilir belki de Aksa’da yanan o minberden sonra bugüne kadar bu minberin sağlam kalması da Aksa’nın yeniden özgürleşeceğine ve fetih nişanesinin yeniden orada bulunacağına işarettir.
Ve atamız Hz. İbrahim’in kabrinin bulunduğu Makâm-ı İbrâhîm’e geldik, ellerimizi açıp dua etmeye başladık. Rehberimiz Numan Abi dua ediyor, bizler de “Amiiin!..” diyorduk. Makâm-ı İbrâhîm’in bulunduğu kısımda mescidi ikiye ayırmak maksadıyla tahta bir PVC konulmuştu. Hemen onun ardında sinagoga çevrilen kısımda bir grup işgalci siyonist Talmudî ayinlerini yapıyorlardı. Bizim orda olduğumuzu bildiklerinden bağırarak ibadet ediyorlardı. Ve bizim dua edip min seslerimizi işittiklerinde sinirlenmiş olmalılar ki, PVC’ye vurmaya başladılar. Biz de bu davranışlarına karşılık olarak daha gür bir sesle dua etmeye ve âmin demeye başladık. Vurmaya devam ediyorlardı. Onlar vurdukça biz daha da gür bir sesle salavatlar ve tekbirler getirmeye başladık. Bunlar o tarafta iyice çıldırdılar. Gerçekten müthiş bir atmosferdi. Daha sonra bitirdik ve Numan Abi bize hemen dışarı çıkıp kendisini beklememizi söyledi. Ne olduğunu anlayamadık.
Daha sonra rehberimiz Numan Abi dışarı geldi ve durumu bizlere anlattı. Bizler yüksek sesle tekbirler ve salavatlar getirince PVC’nin öbür tarafında sinirlerinden ve kinlerinden öfkelenen o mahlûkatlar hemen girişteki siyonist askerlere haber etmiş. Onlar da Müslümanlara ayrılan bölüme botlarıyla girip orada görevli olan kişiyi çağırıp içerde neler olduğunu neden salavat ve tekbir getirdiğimizi sormuş. Görevli olan abi de içerde; ‘Türkiye’den gelen bir kafilenin olduğunu dua ve salavat getirdiklerini söylemiş.” “Neden salavat getiriyorlar?” sorusuna da “Camidir burası dua etmeleri ve salavat getirmeleri normaldir” demiş. siyonist asker “Tamam o zaman git söyle, sussunlar!” demiş. Görevli abi de “Valla bunlar Türklerdir, laftan anlamıyorlar, çok istiyorsan sen git, söyle” demiş. Tabi o işgalci cesaret edip gelip söylemedi. Sonra da çekip gitmiş.
Normal şartlarda orda bulunan görevli abiler izin vermezler bu tür durumlara Lâkin bizlere karışmadılar. Tam aksine siyonistleri sinirlendirip yaptığımız bu davranışı çok beğendiler ve takdir ettiler. Bu davranışımızın karşılığı olarak da Hz. Yûsuf’un (a.s) kabrini bizlere açacağını söyledi. Normalde siyonistlerin tarafında kalan Hz. Yûsuf’un (a.s) makamı sadece bayramlarda ve kandillerde Müslümanlara açılıyordu. Ama bu abi bize makamı değil, bizatihi kabrini açmayı teklif etmişti.
Kabirler caminin içerisinde bulunan sandukaların altında yer alan bir mağarada yer alıyordu. İşte biz kimsenin giremediği hatta rehberimiz Numan abinin de defalarca buraya gelmesine rağmen gitmediği görmediği kabre girecektik. Sevincimizden uçacaktık neredeyse. Ve o mağaraya açılan kapıya geldik. Oradaki görevli abi kapıyı açtı ve içeri girip dua etmeye başladık. Herkes gözyaşlarına hâkim olamadı. Numan Abi buraya 51 defadır geliyorum, ama burada bu kapının Hz. Yûsuf’un (a.s) kabrine açılan kapı olduğunu bilmiyordum, dedi. Hepimiz oradaki görevli abiye teşekkür edip ayrıldık.
İşte değerli kardeşlerim,
Rabbimizin etrafını bereketli kıldığı, ecdadımızın yüzyıllar boyu hüküm sürdüğü topraklar, bugün bu haldeler. İnanın ki, bu yazdıklarımız bugün bu mübarek topraklarda gerçekleşen işgallerin sadece birkaçı. Nice zulümler ve katliamlar bu siyonist kâfirlerin eliyle yapılmaktadır. 102 yılı aşkın süredir işgal altında bulunan bu topraklarda yaşayan kardeşlerimiz her ne kadar İslâm âlemi olarak bizler onları yalnız bıraksak da onlar kanlarının son damlasına kadar düşmana karşı mücadele etmekteler. Ve bizlerin yeniden bu topraklara sahip çıkacağımız, özgürlüğüne kavuşturacağımız günleri sabırsızlıkla beklemekteler.
Bugün ümmet olarak bunca sıkıntının içerisinde olmamızın yegâne sebebi Beytülmakdis’in işgal altında olmasındandır. Ne zaman ki, hâkimiyetimizde oldu bizler dünyada söz sahibi olduk. Ne zaman ki, elimizden çıktı, bizler bölündük parçalandık dünyadaki söz sahipliğimizde sona erdi. Çünkü Beytülmakdis ümmetin kalbidir, namusudur, şerefidir. Ona bir şey olursa tüm ümmete de aynı şey olur. Bugün nasıl bizler Kâbe’nin fiili olarak işgal altında olmasına tahammül edemeyeceksek aynı şekilde 13-14 yıl boyunca Müslümanların yönelerek namaz kıldığı ilk kıblesinin de aynı şekilde işgal altında olmasına rıza göstermememiz gerekir. Hele ki, her gün beş vakit kıldığımız namazın bizlere hediye edildiği efendimizin peygamberlere namaz kıldırdığı böylesine mübarek ve kutsal bir yerse işgal altında kalmasına nasıl gönlümüz razı olur ki?
Onun için değerli kardeşlerim artık bir şeyler yapmamız gerekiyor. Yoksa bir şeyler için artık çok geç olacak. Allah’a yemin olsun ki, o toprakları ayne’l-yakîn gören birisi olarak sizlere söylüyorum ki, Aksa tehlikede! Allah için geç olmadan bu davanın bir ucundan tutalım. Ben ne yapabilirim deme sakın. Herkes her işi yapamaz, ama herkesin mutlaka yapacağı bir şey vardır. Namazlarınızda orası için dua edebilirsiniz. Malınızın bir kısmını oradaki kardeşlerimiz için infak edebilirsiniz. Kudüs’le alakalı kitaplar alıp bu öğrendiklerinizi insanlara anlatıp bu davaya yeni fertler kazandırabilirsiniz. Kendi ailenize, çocuklarınıza bu meseleyi anlatarak onların da bu davada rol almalarını sağlayabilirsiniz; israil ürünlerini boykot edebilirsiniz. Bu konuda uzman şahsiyetler getirtip konferanslar yapabilir, sokak röportajları ile insanlara bu meseleyi anlatabilirsiniz. Beytülmakdis’le ilgili ayet ve hadisleri çıkartarak insanlara daima orayı hatırlatabilirsiniz. Kullandığınız sosyal medya araçları ile orada zulüm altında olan kardeşlerimize yardımda bulunabilirsiniz. Yani yapacak çok şey var. Yeter ki, siz yapmak isteyin…
Bu dava Allah’ın izniyle biz olsak da olmasak da zafere ulaşacak bir davadır. Ama bu davanın zafere ulaşmasında payımız yoksa eğer, kaybeden biz olacağız. Çünkü ahirette bunun hesabını Allah’a ve onun Resulüne, Hz. Ömer’e, Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye, Nureddîn Zengî’ye, II. Abdülhamit Han’a, bu uğurda canlarını feda eden şehitlere vereceğiz.
Rabbim bizleri bu dava üzerine sabit kılsın. Bizlere ümmeti yeniden özgürlüğüne kavuşturacak olan orduda bulunmayı nasip etsin.
Allah’ım, hür ve aziz olan bir Mescid-i Aksa’da namaz kılmayı bizlere nasip et!..