Yaşadığımız dünya bir şeyleri gizlemek, saklamak, örtmek gibi yollarla çözümlerin elde edilebileceği bir dünya olmaktan çıkmıştır. Artık yasaklamalarla, kontrollerle, engellemelerle belli bir yere kadar başarılı olabilmekteyiz. Her isteyen istediği bilgilere, belgelere, fikirlere ve iddialara ulaşabiliyor. Ya da her türlü bilgi, istediği kişiyi bulabiliyor. Artık uzun ve yorucu ilim yolculuklarına gerek kalmıyor. Dijital dünya, bilgisayar, internet, yapay zekâ, teknoloji vs. öyle ileri düzeylere ulaşmış ki, gelişmişliğin grafikleri yüzyıllar veya on yıllarla değil sadece yıllarla ifade edilmeye başlanıyor. Koca koca çağları değiştiren olaylar, bugün birkaç yılda gerçekleşebiliyor.
İnsan beyni, kendini fizik dünyada ifşa ediyor ve fizik dünya, insan beyni gibi hızlı ve büyük değişiklerle yol alıyor. Bilgiler o kadar seri bir şekilde değişip eskiyor ki, tarih, çöplük gibi bir hal alıveriyor. Kimsenin geçmişe bakacak ne zamanı ne de lüksü kalıyor. Geleceğe bakamadığınızda tarihin çöplüğünde acınacak bir halde son nefesimizi verir oluyoruz. Geçmişle övünmek ise büsbütün ölümü bekleyen yaşlı amcaların romantik anlatılarına dönüşmüş haldedir. Tarih anlatılacak ve anılacak bir şey değil, tekrar edilmemesi gereken bir arka plandan ibaret kalıyor. Bu tabloda tek alternatif ve gaye olarak geleceğin inşası kalıveriyor. Ama bu gelecek inşası, karşımıza disütopyaları dile getirme ilhamını da veriyor: Unutkanlıklar disütopyası, geçmişsiz gelecek disütopyası, duygusuzluk disütopyası, yazısız disütopya, ahlâksızlık disütopyaları vs. vs. Sonuçta yaşadığımız bu devir, meşhur bir ifadeyle şöyle dile getiriliyor: Devir kötü devir…
Böyle bir devirde, bu devrin inadına inadına giderek geçmişin tekrarını ütopyası yapmış bir topluluk var. Bu topluluğun inancı kutsal olmasa bunlara topluluk yerine yığın demek daha doğru olacaktır. Neden yığın? Çünkü bu topluluk kendisinin öznesi olamamış, başkasının istediği şekilde evirip yoğurduğu antik dönemlerin meşhur heyulanî maddesi gibi, şekilsiz, ne olduğu belirsiz, pasif ve eskilerin deyişiyle her türlü infiale maruz bir durum arz ediyor. İnfiale maruz olmak, olumlu anlamda bir değişim olmayıp genellikle iradesizliği ve başkasının istencine mahkumluğu ifade ediyor. Kendine ait değişimi bile kendisinin yapamayışının hâlidir bu. Enstrümanları verili, gündemi verili, yaşamı verili, değişim ölçüsü ve miktarı verili, bilgisi verili ve hatta inancı verili bir durumda olan bu topluluk, zulme nasıl alışacağı da verili bir hale getirilerek köleliğe/ezilmeye/mazlumluğa alıştırılıyor. Böylece evinden, çocuğundan, ailesinden sökülüp atılmaya ilave olarak ahlâkından, benliğinden, ne’liğinden, kimliğinden neredeyse kendi rızasıyla uzaklaştırılıyor. İnfiale maruz kalıyor ve bunda suçu ve günahı olmadığını düşünerek çözümü bile kendinde bulamıyor.
Devir kötü devir… İşte bu devirde bu topluluk, çözümü geçmişe ve geçmişten gelen her şeye bağlanmakla buluyor ve bunu idealize ediyor. Bu uğurda itikatta ve amelde kardeşi olanı dışlayabiliyor, inançsız ilan edebiliyor, dinlemiyor, dediklerini dinlettirmiyor ve böylece onu ezmek ve belki de öldürmek için uygun bir hale büründürüyor. Ne oturup konuşmaya ne adam akıllı tartışmaya ne farklı ve ilginç fikirleri bir ilham olarak görmeye, ne geleceğe dönük “uçuk kaçık” fikirlere tahammül etmeye yanaşıyor. Kutsadığı tarihte bu güzelliklerin bulunduğunu ve geçmişteki gelişmişliğin en önemli sebeplerinden birinin de bu olduğunu bile fark edemiyor.
Bu topluluğun bir “ulema”sı da bulunuyor. Ama bu topluluğun “ulema”sı, “cühelası”nın yoluna baş koymuş, cühelayı bilgilendirmesi, onlara yol göstermesi gerekirken onların sevdiği şeyleri söyleme infialine maruz kalıyor. Daha Batılı ve bu devrin modern eğitiminden nasibini almış ulema ise çıktığı kabuğa yabancı olmak bir yana bu kabuğu büsbütün atmak istiyor. Kendi rengini, kokusunu, hissini, duygusunu öldürerek bunları başkalarından devşirmek istiyor. Sözün özü yemeğe başkasının elinin tadını vermek derdiyle yanıp tutuşuyor. Kendi olmak kaygısı gütmüyor. Böylece ulema ve cühela ilişkisi birbirine âşık ya da birbirinden nefret eden iki karşıt cins gibi bir hayat sürüp gidiyor. Tek derdi hakikat arayışı olan az sayıda temiz yürekli ve zihinli insana gelince, bunlar “uçuk kaçık”, “zındık”, “yoldan çıkmış”, “sapık”, “kâfir” vs. olarak niteleniyor.
Bu topluluğun yöneticileri de bulunuyor. Bu yöneticiler ulemanın durumundan farklı bir tablo arz etmiyor. Onlar tebaanın kendileri için işe yarar olduğunu düşünerek bu hal üzere devam etmelerini sağlıyor ve bu hususta tüm enstrümanları acımasızca kullanabiliyor. Ulemanın ve cühelanın kendi istedikleri düzeyde olmasının karşısına çıkaracağı olumsuzlukları bilmiyor veya bilmek istemiyor. Bunu onlara söyleyebilecek kişiler ise onların yanına ulaşabilecek sihirbazlıkları da bilmiyor. Böylece hakikate odaklanmayı gerekli gösterecek bir uyarıcıdan da mahrum kalıyor.
Nihayetinde bu topluluk infiale dibine kadar maruz kalıp ulemasıyla, cühelasıyla ve yöneticileriyle, hep birlikte yakınlarındaki kara deliği, bir insanın ölümü görmek istemediği gibi göremiyor.
Kötü devir ve böyle bir devirde yaşayan böyle bir topluluk, bu yapısının devamını sağlamak için yeni neslin inancı konusunda da son derece kaygılı davranıyor. Kendi inancının, kendince olan hâlinin doğru ve muhkemliğinden zerrece şüphe etmiyor. Geçmişten kendisine ne bırakıldıysa onun doğru olduğunda şeksiz şüphesiz iman halinde oluyor. İnancının Sahib’i ona, belki geçmişten gelen şeylerde bazı hatalar vardır, onu bir sorgula dese bile bunu üzerine almaktan imtina ediyor. İnancı ona düşün dese, merak et dese, şaşır dese, bir işi bitirince diğerine koyul dese bunları “kâfirler”in yapması gerektiğini sanıyor. Bu kötü devirde her şey her an geçmiş oluyorken bu topluluk geçmişte yaşamayı gelecekte yaşamaya yeğliyor. Geçmişin gelecek için bir arka plandan ibaret olduğunu hatırlamıyor bile. Böyle bir tablo içerisinde gençlerin inancından kaygılanma “erdem”ini de göstermekten çekinmiyor! Gençlerin merakla, şaşkınlıkla ve rasyonelce sordukları sorulara ise geçmişten başka bir adres de gösteremiyor. Bu durumda gençler ya bentlerini yıkıp taşıyorlar ya da kendileri için hazırlanmış, çerçevesi mühendislerce belirlenmiş köşeli kanallarda mevcut topluluğun yolu boyunca sürüklenip gidiyor. Bentlerinden taşanların bir kısmı, pire’ye kızıp yorgan yakarak gerçek inancı bulma derdine düşmüyor veya içinde yaşadıkları topluluğun sosyolojik DNA’sını kopyalayarak hata denizine ulaşıp orada boğuluyor. Bentlerini aşan başka bir grup genç ise sırf hakikati bulma kaygısı ve bunalımıyla taşıyor, gürlüyor ve var olmak için yeni denizler oluşturmaya çabalıyor.
Bahsedilen ikinci grup dikenli yolu tercih ediyor, kolaya kaçmıyor. Gelin görün ki, hata denizinde boğulan grupla, hakikat denizi oluşturma kaygısındaki grup, mezkûr topluluk tarafından ayırt bile edilemiyor ve her ikisinin fermanına “sapık” veya “kâfir” diye yazıyor. Bu tavırla o topluluk hakikat peşindekilerini de hata denizinin dev dalgalarına teslim ediyor. Sonra da kendi elleriyle yaptıkları hakkında kaygılanıp gençlerin neden bu hallere düştüğüne dair romantik konuşmalar yapıyorlar. Dağlar gibi önyargılar arasında sıkışıp kaldıklarının farkında bile olamıyorlar.
Oysa bu topluluk, kendilerini böyle acı bir durumdan kurtaracak gücün akıldan başka bir güç olmadığını, bu yolu kendilerine hatırlatacak kişilerin de yine bu topluluk için kendilerini feda edecek bir avuç insan olduğunu hatırlatılmalıdır. Dahası kimi zaman zinde ve uyanık tutmak için at’ı rahatsız eden “at sineği” gibi toplumu uyanık tutanlara, kimi zaman da tarlaya defalarca götürtüp tarlayı kontrol ettiren “ayrık otu” gibi toplumu kontrol edenlere kulak asmalıdırlar. Ama herhangi bir bedel istemeyen ve hakikati her ortamda söyleyebilme cesaretini gösteren bu gibi kişiler, bu topluluğa seslendiğinde bu topluluktakiler onları hep “deli” veya “sapkın” olarak yaftalıyor. Bu at sinekleri ve ayrık otları bütün bunlara rağmen şöyle haykırmaya devam ediyor:
“Aklını kullanmalısın. Baskı, yoksun bırakılma, tarihe mahkûm etmeyle çözüm bulamazsın. Yeni neslin önüne setler çekmekle onları kontrol edemezsin. Tartışma ve sorgulamalardan mahrum bırakarak insanları iyi bir mü’min yapamazsın. Sorgulamaya, tartışmaya olanaklar tanımalısın ki, yeni fikirler üretilebilsin. İnancın tahkikî düzeyde olabilmesi için her rüzgârın şiddetine maruz kalmalısın, zira vücutların bağışıklığı mikroplar sayesinde olmaktadır.”
Sonra bu at sinekleri ve ayrık otları, sözlerinin bu topluluğa sirayet edebilmesi için Kutsal Kitaptaki “Mağara”dan belki ibret alırlar diye şunları aktarıyor:
“(Zülkarneyn) sonra yine bir yola koyuldu (92).
Nihayet iki dağ arasına ulaştığında bunların ötesinde neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu (93).
(Bu kavimdekiler) dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadır. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir bedel ödesek kabul eder misin?” (94).
Zülkarneyn şöyle cevap verdi: “Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret sizinkinden üstündür. Siz bana kuvvetinizle destek olun da sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım (95).
Bana, demir kütleleri getirin.” Nihayet (vadiyi demirle doldurup) iki dağın arasını aynı seviyeye getirince “Ateşi körükleyin!” dedi. Artık onu kor haline getirdiği vakit, “Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim” dedi (96).
Artık onu ne aşabildiler ne de delebildiler (97)” (Kehf Suresi).