Önceki yazı serimizde, modern algıya teslim olan insanın, uğradığı musibet ve felaketlerin hiçbirisinin Yaratıcı ile ilişkilendirilmesinden hazzetmediğini belirtmiştik. Ona göre istenmeyen ve arzu edilmeyen olaylar, doğadaki sebep-sonuç ilişkisi içerisinde gerçekleşen, salt olarak insan-tabiat ilişkilerini ilgilendiren olaylardır. Öyleyse burada tabiatla veya insanın tamamen hemcinsiyle bir alış-verişi söz konusudur. Ona göre bu olaylarda Yaratıcının herhangi bir müdahalesinin söz konusu olduğunu düşünmek, beyhude yorulmaktan başka bir anlam taşımaz.
Yazı serimizin üçüncü halkasını oluşturan bu değerlendirmemiz, “insan-tabiat, insan-insan, insan-Allah” ilişkilerinden oluşan üçlü sacayağının ikinci maddesi olan “insan-insan” olgusu üzerine olacaktır. Başka bir ifadeyle insan-insan ilişkilerindeki bozulma üzerine olacaktır. Acaba bu bozulmalardaki eylemler dünyada tamamen karşılıksız mı bırakılmaktadır yahut dünyada bir cezalandırma söz konusu olmakta mıdır? Şayet dünyada bir cezalandırma oluyorsa, acaba bunu dillendirmek, Allah’a ait olan bir alana müdahale anlamına gelebilir mi? Kısaca bu yazımızda açık yüreklilikle, tamamen dünyevileştirilmiş, ahiret ve sorumluluk algısından soyutlanmış seküler bir anlayışın, Kur’ân ayetleri açısından bir geçerliliğinin olup olmadığı sorgulanacaktır. Yan ısıra başımıza gelen musibetlerde Yaratıcı’nın bir cezalandırmasının olduğunu düşünmenin, kişinin haddini tecavüz edip kendisine ait olmayan bir sahaya girme kalkışması anlamına gelip gelmeyeceği irdelenecektir. Daha özlü bir ifadeyle acaba Kur’ân ayetleri ışığında, “insan-insan” ilişkisinden kaynaklanan musibet algısını nasıl bir yere oturtmak gerekmektedir? İşte bu tür sorulara cevap aramak, yazı serimizin bu bölümünün temel hedefi olacaktır.
Ayetler ışığında bir durum okuması yapalım: “(Tevrat’ta) onlara şöyle farz kıldık: Nefse karşılık nefis, göze göz, burna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalarda kısas vardır. Kim de (kısas hakkını) sadaka olarak bağışlarsa, (günahları) için kefaret olur. Her kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse (onlar) zalimlerin tâ kendileridir.” (Mâide, 45) Burada açıkça anlaşılıyor ki insanlar, hemcinsleri olmasına rağmen birbirlerinin canına, organlarına zarar vermek amacıyla dar dairede kavgalara, daha geniş çerçevede ise savaşlara çoğu zaman meyilli bir yapıdadırlar. Eğer haksız yere biri diğerinin canına veya herhangi bir organına kastederse, misliyle cezalandırılacağını bilmelidir. Asıl olan, bu cezalandırmanın olacağı idrakini taşımaktır. Zira âyet-i kerîme açık bir şekilde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin, zalimlerin tâ kendileri olacağını vurgulamaktadır. Kimi durumlarda ise öldürülenin yakınları bağışlama veya barışma yolunu tercih edebilirler. Bu da teşvik edilen bir durumdur. Bahsinde bulunduğumuz konu şu ayetle ne de güzel özetlenmiştir: “Kötülüğün karşılığı, misli ile kötülüktür. Kim de (haksızlığa uğramasına rağmen) affeder ve ıslah ederse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 40) Ancak kısasın bir ilke olarak konmasından anlaşılan şudur: İnsan, bu dünyada veya evrende başıboş değildir, istediği zaman istediği haksızlığı yapma ve cezaî bir müeyyide ile karşılaşmama hakkına sahip değildir. Deist düşüncenin kendisine dayattığı “Tanrı âlemi yaratıp, dışarıdan herhangi bir müdahale ile karşılaşmadan işleyen bir saat gibi kendi haline bırakmıştır” sevdasından vazgeçmelidir. Zira durum zannettiği gibi değildir. “Rabbinin zulmeden beldeleri yakalaması da işte böyledir. Şüphesiz ki O’nun yakalaması can yakıcıdır, çetindir.” (Hûd, 102) âyet-i kerîmesi, zalimin uykusunu kaçırmalıdır. Bu yakalama geçmişte gerçekleşmiştir, bugün için bir geçerliliği yoktur demek ise şu ayetin anlamına temelden aykırıdır: “Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman, yer, sarsıldıkça sarsılır.” (Mülk, 16) Zulmeden ve haksızlığı pervasızca işleyen hiç kimse, yaptığının ilânihâye yanına kâr kalacağını sanmamalıdır.
Bilinçli mü’min, insanlar arasındaki anlaşmazlıklar neticesinde oluşan hadiseleri ve onlardan müteşekkil neticeleri sadece kendi güç ve kudretlerinden bilme yanlışlığına düşmemelidirler: “Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (Bakara, 251) Bazen haklı olanların- inananların sayısı az bile olsa, ilahî yardımla zafer onlardan yana olur. Zira Yüce Allah’ın insanların bir kısmıyla diğerlerini savması ve uzaklaştırması olmasaydı, belki bütün yeryüzü yaşanamaz bir şekilde zulümle, haksızlıkla dolup taşacaktı. Demek ki burada da ilahî bir müdahale ve ayarlama söz konusudur.
İlahî yönlendirme ve etkileme, Bedir savaşı arefesindeki şu müdahale ile daha bariz bir şekilde gün yüzüne çıkmaktadır: “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.” (Enfâl, 7) Hz. Peygamberin (sav) komutasındaki mü’minler çoğunlukla kervanı takip etmek isterken, Yüce Allah onları Kureyş ordusuyla karşı karşıya getirmiştir; çünkü bu daha hayırlı sonuçlara yol açacak bir karşılaşma olmuştur. Böylelikle İslâm tarihinde, müşriklere karşı ilk parlak zafer elde edilmiş ki bu durum sonraki zaferlerin de habercisi olmuştur.
İmtihan dünyasında yaşadığımız için, elbette ki Yüce Allah sadece iman edip kulluğu benimseyenlere mülk ve imkân vermemektedir. Azgınlara, zalimlere, münkirlere de zaman zaman mülk ve imkânlar vermektedir. Ancak bu konuda insanları tamamen kendi hallerine bırakmamakta, iyilerle kötüleri uyarmaktadır: “Allah’ın kendisine mülk vermesi sebebiyle Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim demişti ki: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür.” Demişti ki: “Ben de diriltip öldürürüm.” (Bu cevap üzerine) İbrahim demişti ki: “Allah Güneş’i doğudan getirir; sen de batıdan getir (bakalım).” (Bu hüccet karşısında) kâfir afalladı. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara, 258) Yaratıcı elçileri vasıtasıyla zalimleri uyarmakta, ikâme ettiği delillerle onları afallamaya mecbur bırakmaktadır.
Gelinen noktada belki şu soruyu sormak kaçınılmazdır: Acaba Yüce Yaratıcı hikmeti gereği yaptığı müdahalelerle, olması gereken bütün cezalandırmayı bu dünyada yapmakta mıdır? Yoksa cezalandırmanın önemli bir kısmını ahiret yurduna mı ertelemektedir? Şu ayetler, sorumuza son derece net bir cevap içermektedir: “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar erteliyor.” (Nahl, 61; Fâtır, 45). Demek ki hem cezalandırmada belli bir zamana kadar erteleme söz konusudur, hem de yapılan bütün haksızlıkların karşılığı tastamam olacak şekilde bu dünyada verilmemektedir. “Şayet yeryüzünün tamamı ve bir o kadarı daha zalimlerin olmuş olsa, kıyamet gününün kötü azabından (kurtulmak için) onu feda ederlerdi. (Çünkü o gün) hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından açığa çıkarılacak.” (Zümer, 47) ayeti ise ahiretteki durumun vehametini bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir.
Şu ayet ise erteleme ve cezanın kısmî de olsa bu dünyada, ahiretteki cezalandırmayı hatırlatacak şekilde gerçekleşmediğini zannedenlere önemli bir uyarıda bulunmaktadır: “Kendilerine zulmedenlerin (ve helak olanların) yurtlarına yerleşmiştiniz. Onlara neler yaptığımız size açığa çıkmıştı. Size (onların durumuna dair) örnekler de vermiştik. (Buna rağmen ahiret yurduna inanmamış, yeniden dirilişi inkâr etmiştiniz.)” (İbrahîm, 45) Zulmedenlerin, adalet ve hakkaniyeti tanımamakta ısrar edenlerin, mesela israiloğullarını ezme ve sömürmede direnen Firavun ve hanedanının maruz kaldığı cezalandırma gibi örneklerin sayısı az değildir. Buna rağmen ibret alınmaz ve aynı yanlışlarda ısrar edilirse, türlü şekillerde yaptırım ve müeyyidelerin söz konusu olmayacağının garantisi var mıdır? Kim böyle bir şeyi garanti edebilir?
Nitekim şu âyet-i kerîmede, ilahî cezalandırmaya karşı çıkıp meydan okuyanlara tehdit içerikli, anlamlı bir öğüt yer almaktadır: “De ki: “Ey kavmim! Yapabileceğinizi yapın. Ben de elimden geleni yapacağım. (Güzel) akıbetin / sonun kime ait olduğunu pek yakında bilip anlayacaksınız. Şüphesiz o zalimler kurtuluşa ermezler.” (En’âm, 135)
Dememiz o ki, “insan-insan” ilişkilerinin çarpıklığından kaynaklanan musibet-insan olgusu, modern zihnin yanılttığı gibi tek yönlü ve tek bir resimden ibaret değildir, tam aksine çok yönlüdür. Burada da çok yönlü okuma, biricik hakikati bulabilmenin yegâne yoludur. Vahiy, burada hayatî bir noktaya vurgu yapmaktadır ki o da şudur: Salt ve katıksız olarak insanın insana bir yaptırımı değil; her şeyin ötesinde, bütün olayların üzerinde olan tabiat Sahibinin ve Yaratıcısının bir gözetimi ve insan eliyle bir yaptırımı söz konusudur, bu hakikat göz ardı edilmemelidir.1 Nitekim bu önemli vurgu, “Dönüp akıllarını başlarına almaları için Allah, yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır” (Rûm,41) ifadesiyle açıklığa kavuşturulmaktadır. Buradaki mana şu ayetle daha pekişmekte değil midir: “Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size yardım etsin, mü’min topluluğun gönüllerini ferahlatsın ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah, dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 14-15) Hâlbuki pozitivizme teslim olan, tabiîlik algısına prim veren ve deistliği kendisi için önemli bir alan açma fırsatı olarak gören seküler insan, böyle bir okumadan hiçbir şekilde memnun değildir. İnsan-insan ilişkisi ekseninde meydana gelen olayları, Yaratıcı ile ilişkilendirmektense, sadece insanların kendileriyle sınırlı tutma taraftarıdır.
Sözün özü, doğada gerçekleşen ve “insan-insan” ilişkilerinin çarpıklığından kaynaklanan, musibet veya felaket mahiyetini taşıyan olaylar, salt olarak insan-insan ilişkisine sınırlandırılamayacak kadar büyük bir hakikattir. Şu ayetler bütün asırlar için ölümsüz nasihatler hükmünde değil midir? “Göktekinin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz? (O zaman) bir de bakarsınız yeryüzü şiddetle çalkalanıyor. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!” (Mülk, 16-17).
Musibet konusundaki son yazımız, insan-Allah ilişkilerindeki bozulma üzerine olacaktır. Acaba bu bozulmaların mahiyeti nedir, cezalandırmalar nasıl olmaktadır, şayet dünyada bir cezalandırma oluyorsa bunu dillendirmek, Allah’a ait olan bir alana karışmak mıdır? Bu soruların cevaplarında buluşmak üzere…
1) Zayıf olarak nitelendirilen bir rivayette “Zâlim, yeryüzünde Allah’ın kılıcıdır. Allah onunla intikam alır. Sonra ondan da intikamını alır.” (Bkz. Keşfü’l-Hafâ, 2, 64) denmektedir. Ancak rivayette vurgulanan anlam şu ayetle güç kazanmaktadır: “İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını, diğer bir kısmının peşine böyle takarız.” (En’âm, 129).