Davamız nedir? Tüm Müslümanlar iyi bilsinler bizim davamız; Hz Âdem’den (a.s.) Hz Muhammed’e (s.a.s) kadar gelip geçmiş bütün peygamberlerin davasıdır. Tüm şaibelerden uzak, pak ve nezih bir davadır. Allah’ın (c.c.) Kitabında davetçilerine“(Ey Resulüm!) De ki: “İşte benim yolum budur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah›ı (ortaklardan ve her türlü noksanlıktan) tenzih ederim! Ve ben (Allah’a) ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf, 108) buyurduğu gibi şahsi çıkar ve maddi menfaatlerden de uzaktır.
Yine Peygamberlerin ümmetine söylediklerini söylüyoruz,“Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir.” (Şuara, 180) Evet, biz, davetimiz karşılığında halkımızdan – ki bütün Müslümanlar bizim halkımızdır- maddi bir karşılık istemiyoruz. Hedefimiz mevki ve makam da değildir. Bizim mükâfatımız bizi yaratan Allah’a aittir. Halkımızın şunu çok iyi bilmesi gerekir; onlar bizim için nefsimizden önce gelirler. Biz bunu başa kakmak, minnet etmek içinde yapmıyoruz. Zira biz Allah’ın şu ayetine iman etmişiz; Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden Allah size lütufta bulunmuş oluyor.” (Hucurat, 17)
Davamızı tek kelime ile açıklayacak olursak o İslam’dır. İslam derken bazı kesimlerin anladığı şekilde sadece camiye sıkıştırılmış dar kapsamlı bir İslam değil, aksine hayatın her alanına şamil, kapsayıcı bir hüviyete sahip olan, hayatın düzeni ve ıslahı için kurallar koyan ve meydana gelen her problemi çözen bir İslam’ı kastediyoruz.
Bu dava fedakârlık ister
Müslümanların şunu da çok iyi bilmesi gerekir. Bu davayı, ancak onu hakkıyla kavrayan, malını, canını, vaktini, sağlığını, kısacası her şeyini bu uğurda vermeye hazır olan kimseler üstlenebilir. Bu fedakârlıkları yapamayanların bu davada yeri yoktur. De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 24)
Bu dava, tabiatında birlik olan ve ortaklık kabul etmeyen bir davadır. Dolayısıyla ancak bu şartlara haiz olan neferler bu davayı yücelere taşır. Zira geçmişte de bu, böyle olmuştur. Bu dava, dünyayı ve menfaatlerini elinin tersi ile iten Mus’ablar, Hamzalar ve daha nice yiğitlerin eliyle yükseldi. Bu dava; yiğitleri, her şeyden vazgeçebilenleri, onun için her türlü sıkıntıya katlananları kabul eder. Eğer biz bu davayı bu şekliyle kabullenmezsek Allah, bizim yerimize bu davayı üstlenecek yiğitler yaratır. Dolayısıyla kaybeden, dava olmaz, yine biz oluruz. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. (Maide, 54)
Bu davaya iman edenlerin imanı
Bu davaya iman edenler, iki kısımdır. Bir kısmının imanı uyuşuk, uyuşturulmuş bir imandır. Bunlar imanın hükmü ile hükmetmeyi istemez, onun gereği ile amel etmeyi düşünmezler. Bir kısmının imanı ise tutuşturulmuş, harekete geçiren ve uyanık bir imandır. Umarım biz ikinci kısımdan oluruz.
Biz Müslümanlar şaşılacak bir hal üzereyiz. Bu davaya iman etmiş ve kabullenmişiz. Ancak onun gereklerini yerine getirme ve onu yeryüzüne hâkim kılmak için kayda değer bir şey yapmıyoruz. İşte bu davanın davetçilerine burada büyük bir görev düşmektedir. Vicdanlarda saklı bulunan bu uyuşturulmuş imanı harekete geçirmek ve onu Müslümanları harekete geçiren bir muharrik kuvvet haline getirmek bugünün davetçilerine düşen en büyük görevdir. Tabiri caizse bugünün Müslümanların imanı çayın dibine oturmuş şekere benzer. Şeker var ama çaya hiçbir tat katmamaktır. Davetçiler ise o çayı karıştıran kaşık olmalıdır.
Tüm inananlar kardeşimizdir:
Bu dava, tüm insanlığa yönelik bir davadır. Özel bir kesimin veya belli bir bölgede yaşayanların, şu veya bu soydan gelenlerin davası değil, tüm insanlığın davasıdır. Şu veya bu renge değil, yalnızca İslam’ın boyası ile boyanan bir davadır. Allah’ın boyası, kim Allah’tan daha güzel boyaya bilir? Biz yalnız ona ibadet etmekteyiz. (Bakara, 138) Bu dava birlik olmamızı ister, ayrılıktan hoşlanmaz. Zira bu ümmet, ayrılık ve ihtilaftan çektiği kadar hiç bir şeyden çekmemiştir.
Kurtuluşumuz
Selef-i Salihin diye kendisinden bahsettiğimiz bu ümmetin ilk nesli ne ile ıslah olduysa sonuda ancak onunla ıslah olur. Faiz ve içki ile yatıp kalkan, kız çocuklarını diri diri gömen bir toplumu kendisinden örnek verilecek bir toplum haline getiren ne ise bizi de ancak o düzeltir. Bu ümmetin ilk neslini, Allah’ın önder, nasihat, nur, yol gösteren diye nitelendirdiği Kur’an ıslah etti. Zira Allah (c.c.) Gerçekten bu Kur’an, en doğru olan yola götürür (İsra, 9) diye buyurmuştur.
Kur’an; fıtratı bozulan, hak yoldan sapan ve kötülük ile meşhur olan bir toplumu, adalet, ahlak ve iyilik sembolü bir toplum haline getirdi. O zaman bizim de düzelmemizin yolu Rabbimizin kitabını anlayıp yaşamaktan, onun hükmü ile hükmetmekten ve gösterdiği yol üzere yürümekten geçer.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?