“Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile…” (Nisa, 78)
Mutlak ve kaçınılmaz son, ölüm. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hasta-sağlıklı, kariyer sahibi veya değil… Hangi durum ve yaşta olursak olalım hiç birimizin kaçıp kurtulamayacağı bir durumdur ölüm. Bu ilahi hükmün önüne kimse geçemeyeceği gibi, hiç kimse de bundan kaçıp sığınacak bir yer bulamayacaktır. Bu ilahi kudretin önünde herkes boyun eğmek zorundadır. Hatta öyle ki ilahlık davasında bulunan Firavun ve Firavunlaşan tüm güç ve kudret sahibi insanlar dahi bu ilahi hükme zorunlu olarak boyun eğmişlerdir. Çünkü âlemlerin Rabbi olan, yaratıcımız, yaşatıcımız ve kanun koyucumuz yüce Mevla’mız böyle hüküm koymuştur. Tüm canlılar “O” istediği zaman dünyaya gelecek, “O” istediği zaman bu dünyadan ayrılacak ve bunun önünde hiç kimse duramayacaktır. Çünkü “O”, hayatı ve ölümü yaratandır.
“Hanginizin daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk, 2) hayatın ve ölümün sahibi olan yüce Rabbimiz ölüm sonrası için de bizleri uyarmıştır. “Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35)
Ve yine “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, ebedi olarak kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel köşkler vadetti. Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 72) buyurarak hayatımızı hayatın sahibi olan Rabbimizin rızasına uygun yaşamamızı ve böylece bu büyük müjdeye mazhar olacağımızı bildirmiştir.
Ayrıca mutlak bir gerçek daha vardır ki, dünyaya gelmemiz elimizde olmadığı gibi dünyadan ayrılmamız da elimizde olmayacaktır. Fakat dünya hayatındaki tercihlerimizin “…ve siz Bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35) ayetindeki hüküm gereği hesabını verecek, sonuçlarını göreceğiz.
“Onlar için cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.” (A’râf, 41)
“Yanıp kavrulmak için girin şimdi oraya. Artık ateşin acısına ister dayanın, ister dayanmayın; sizin için değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü sadece yaptıklarınızın cezasını çekiyorsunuz.” (Tûr, 16)
“Bu perişanlığın ardından cehennem azabı gelecek, orada onlara kanlı ve irinli su içirilecek.” (İbrahim, 16)
“Allahtan korkanlar, elbette cennetlerde ve pınarların başındadırlar.” (Hicr, 45)
“Orada nereye baksan bir nimet ve pek büyük bir mülk görürsün. Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın ipekten bir elbise vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara temiz bir içecek içirmiştir.” (İnsan, 20-21)
“Orada donatılmış koltuklar üzerine dayanmışlardır: Orada ne yakıcı güneş görürler, ne de şiddetli soğuk. Üzerlerine cennet gölgeleri sarkmış, meyveleri bol bol önlerine konmuştur. Yanlarında gümüşten kaplar, billur kupalar dolaştırılır. Gümüşten öyle kadehler ki onları türlü türlü biçimlere koymuşlardır. Onlara orada bir dolu kadeh sunulur ki, karışımı zencefildir.” (İnsan, 13-17)
Ve bu ilahi hükümleri özetleyen Cebrail (as)’ın tavsiyesi “Ey Muhammed! Nasıl istersen öyle yaşa, fakat bil ki, bir gün mutlaka öleceksin. Kimi seversen sev ama unutma ki, bir gün ondan ayrılacaksın. Dilediğin gibi davran, lâkin şu da her zaman hatırında olsun ki, her yaptığının karşılığını mutlaka göreceksin.”1
Tercihlerimiz ve onların birer sonucu olan hayat, böylesine gerçeklerle önümüzde durmasına rağmen yüce Rabbimiz bize hayatı sevdirmiş, vermiş olduğu nimetlerle (anne-baba, evlat, mal-makam, eş-dost vs.) bizleri mutlu kılarak bunları dünya nimetlerinin süsü kılmıştır. Ve bizler bunlarla mutlu olur, bunlarla sevinir, bunlarla huzur buluruz. Bunların yokluğu veya azalması ise bizleri üzer, hüzünlendirir ve huzursuz kılar. Mutluluk veya hüzün hayatta birçok şeyde olduğu gibi ikisi bir arada bulunmayan, bulunması imkânsız olan zıt duygulardır. Ama dünya hayatında öyle bir hal vardır ki, iki zıttı birleştirir, imkânsız olan şeyi mümkün kılar. İşte bu durum ancak makamların en güzeline kavuşulduğu an Şehadette vuku bulur.
Evet, Şehadet, olmaz denilen şeyin olduğu andır. İmkânsız olanı mümkün kılandır. İki zıt duyguyu aynı anda yaşatandır. Hâlbuki hayatın gerçeklerine aykırı bir durumdur iki zıt olan şeyin aynı anda yaşanması. Mesela gece ve gündüzün aynı anda yaşanması gibi, tatlı ve acının aynı anda tat vermesi gibi. Ama Şehadet öyle yüce bir makamdır ki orada olmaz denilenin olduğu, yaşanmaz denilen şeyin yaşandığı bir mertebedir.
Tabii, hüznü ve sevinci aynı anda yaşayan, şehit olan kişi değildir. Şehit olanın yaşadığı tek bir duygu vardır o da sonsuz sevinç ve huzurdur. Ebedi kurtuluşun vermiş olduğu sevinçtir bu sevinç ve aynı zamanda ebedi nimetlere kavuşmanın huzuru ve mutluluğudur.
“Onlara: “İşte bu cennet, Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur” denir.” (Kaf, 32-34)
“Yüce Allah, kendi yolunda cihad edenler için cennette 100 derece hazırlamıştır. Bu derecelerin ikisinin arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe kadardır.”2
“Şehidin kanı kurumadan önce, onu, hurilerden ikisi, emzikli yavrularını çöl bir arazide kaybedip aniden bulan anne heyecanıyla, her birinin elinde (dünya ve içindekilerden daha değerli) birer takım elbise olduğu halde karşılar.”3
Şehit yalnızca sevinç ve mutluluğu yaşarken hüzün ve sevinci aynı anda yaşayan kişi sevdiği insanı kaybeden kişidir. Bu bazen evladın, bazen anne-babandan biri, bazen kardeşin, bazen dostun veya arkadaşın, bazen ise komutanın ve askerin olur ama her kim olursa olsun fark etmeden sana çok büyük hüzün ve kederi yaşatır. Hem de öyle bir hüzün ve keder ki, dünya durdu sanırsın, tüm dağlar üstüne yıkıldı da altında kalmış gibi acı duyarsın. Kalbin dayanamayıp paramparça olacak hisseder de artık yaşayamayacağını zannedersin.
Tüm bu hüzün ve kederi yaşarken aynı anda şehit olmalarının sevincini ve gururunu da yaşarsın. Çünkü şehadete ermelerinin sevinci en yüce sevinç olur. Bilirsin ki dünya zahmeztinden, acılarından ve kederlerinden kurtulmuşlardır. Bilirsin ki onlar artık acı çekmeyecek, üzülmeyecek, hüzünlenmeyeceklerdir. Bilirsin ki uğruna malını, canını, sevdiklerini feda ettikleri Rablerine kavuşmuşlardır ve bilirsin ki o Rablerinin nimetleri içerisinde sonsuz ve ebedi kurtuluşa ermişlerdir. Bunlarla teselli bulur, bunların sevincini yaşar, bunlara iman edersin çünkü bizlere bu müjdeleri veren yüce Rabbimizdir.
İbn-i Abbâs’dan (ra) bir rivayete göre, Rasulullah (sav) ashabına şöyle dedi: “Uhud’da şehid olan kardeşlerinizin ruhlarını, Allah yeşil kuşların karnına koydu. Bunlar Cennetin nehirlerine gider, meyvelerinden yer ve arşın gölgesinde asılmış altın kandillere girip barınırlar. Şehitler böylece güzel güzel yiyip içip istirahat edince şöyle derler: ‘Bizden kardeşlerimize kim haber götürecek ki, bizler Cennette diriyiz, rızıklanıyoruz. Böylelikle onlar da Cennete karşı isteksiz olmasınlar ve harpte korkaklık göstermesinler.’ Allah onlara cevaben: ‘Onlara sizin haberinizi ben duyuracağım.’ buyurdu ve “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah’tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesi ile de sevinç içerisindedirler. (Uhud’da) kendilerine yara isabet ettikten sonra Allah ve Resûlünün (cihad) davetine icabet edenler var ya, işte onlardan iyilik eden ve (günahlardan) sakınanlar için pek büyük bir mukafat vardır.” (Âli İmran, 169-172)4
Yine İbn-i Abbas’tan rivayetle;
“Şehitler, kabir aleminde cennetin kapısında akan bir nehrin kıyısında yeşil bir çadırın içindedirler. Rızıkları sabah akşam cennetten kendilerine gelir.”5
Ebu Hureyre (ra) rivayet ediyor;
“Şehitler, Allah katında ve gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Arş’ın gölgesinde miskten bir tepe ve yakuttan minberler üzerinde otururlar. Rableri onlara der: “Size verdiğim sözde durmadım mı? Size olan vadimi yerine getirmedim mi?” Onlar: “Rabbimize yemin olsun ki verdiğin sözde durdun, bize olan vadini yerine getirdin” derler.”6
İşte tüm bu müjdelerden dolayıdır ki, çocuğunun parçalanmış cesedini kendi elleriyle toplayan anne-babalar hüznü ve sevinci bir arada yaşarlar. Kâfirin zulmüne aç-susuz direnirken şehit düşen sevdiklerini kaybettiklerinde, anestezisiz ameliyat edilirken, en değerli sevdiklerinin fosfor bombalarıyla yanmış cesetlerini ve türlü işkencelerle şehit edildiklerini gördüklerinde hüznü ve sevinci bir arada yaşayıp “Hasbunallahu ve ni’mel vekil/Allah bize yeter ve O en güzel vekildir.” diyebilmişlerdir. Çünkü Rablerinin onlara müjdesi vardır ve ebedi kurtuluşa kavuşmuşlardır.
“Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar asıl kurtuluşa erenlerdir.” (Tevbe, 88)
Kurtuluşa erenlerden olabilmek duasıyla…