PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİ
Allah (cc), insanları uyarmak ve öğüt vermek amacıyla, insanlar arasında elçiler seçmiştir. Bu elçiler, Allah’ın vahyettiği hükümleri insanlara tebliğ ve tebyin etmekle mükellef kılınmıştır. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Aynı şekilde İbrahim’e, İsmail’e İshak’a, Yakub’a, esbâtta (torunlara), İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebûr’u verdik.” (Nisâ 4/163).Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafir topluluğunu hidayete erdirmez.”(Maîde 5/67). Ayrıca insanlar, dünya ve ahiret mutluluğuna götüren yol olan hak dini ancak peygamberler aracılığıyla öğrenebilmişlerdir. Bu sebeple peygamberlerin son derece önemli bir görevi/sorumluluğu üstlendikleri anlaşılmaktadır.
Peygamberler insanlara örnek olabilsinler diye Allah tarafından beşer olarak yaratılmış ve diğer beşerler gibi yaşamışlardır. Fakat onların, beşer olmalarına rağmen insanlar arasında elçilik görevlerini tam olarak yapabilmek için bazı özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Nitekim ulema; sıdk, emanet, tebliğ, fetanet ve ismet gibi bir takım özelliklerden söz etmişlerdir. Bu bağlamda peygamberlerin günah işlemekten, vahyi tebliğ edip uygulamada hata yapmaktan ve yalan söylemekten korunduğu görüşü benimsenmektedir.
PEYGAMBER OLMAYANLARIN MASUMİYETİ
Ehl-i sünnetin anlayışına göre, makamı ve konumu ne olursa olsun peygamberlerin dışında hiç kimse masum değildir. Bu düşüncenin yansıması Hz. Ebû Bekir’in halife seçildiğinde yaptığı konuşmada da ortaya çıkmıştır. Kendisi, politik açıdan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra devleti yönetme görevini üstlenmiş ise de, asla Hz. Peygamber’in (s.a.s.) temsil ettiği dinî makamın vârisi/halifesi olduğunu beyan etmemiştir. Halife seçildiğinde yaptığı şu konuşma bunu net bir şekilde gözler önüne sermiştir: “Ey insanlar! ben sizin en hayırlınız olmamama rağmen beni başınıza halife olarak seçtiniz. Bundan sonraki işlerimde hakkaniyete uygun davrandığım müddetçe beni destekleyiniz. Yanlış işlerde bulunursam beni düzeltiniz. Doğruluk güven, yalan ise hıyanettir. Aranızda Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz, Allah’a âsî olursam sakın bana itaat etmeyiniz” (İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târîh, II, 194).Elbette o bir devlet reisi olarak cihad, zekât, Kur’an’ı bir mushafta toplama gibi dinî icraatları gerçekleştirmiş, bu konuda sorumluluk üstlenmiştir. Fakat onun ve sonraki nesillerin döneminde, Hz. Peygamber’in (s.a.s) hayatında olduğu gibi yeni vahiy inmek suretiyle hayata müdahil olduğu bir dönem olmamıştır. Bu bağlamda vahiy-insan ilişkisinde Hz. Muhammed (s.a.s.) ile diğer insanları ayıran en önemli nokta bu olsa gerekir.
Peygamberlerin haricindekilerin masum ve günahsız oldukları fikri Şia mezhebinde ortaya çıkmıştır. Onlar vesayet ve imamet ilkesinden hareketle böyle bir sonuca varmışlardır. Zira Şia’a’ya göre imamet ancak nass ile tayin edilebilmektedir. Allah’ın (cc) ortaya koymuş olduğu esaslar üzere; şeriatın devam etmesi ve şer’i hükümlerin ikame edilebilmesi için, tayin edilen kişinin de tıpkı Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi masum olması icap etmektedir. Ayrıca bu kişinin Peygamber’den (s.a.s.) sonra ümmetin en üstünü, en zâhidi ve en takvalısı olması gerekmektedir. (Kazvinî, Usûlu’ş-Şîa ve Furûuhâ, s. 28).
Şia, Hz. Ali’nin imametinin nass ile sabit olduğunu iddia etmektedir. Aynı şekilde Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynelabidin Ali b. Hüseyin ve diğer imamların imamlığı da nass, ismet ve üstünlük ile sabit olmuştur. Ancak Ehl-i sünnet âlimleri Hz. Ali’nin vesayetini ve masumiyetini kabul etmemektedirler. Ayrıca bu meyanda nakledilen rivayetlerin de uydurma olduğunu söylemektedirler (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, V, 361). Aynı şekilde Ehl-i sünnet ve Mutezile, imameti ilahi bir görevlendirme olarak görmedikleri için, ismetin sadece peygamberlik makamına ait bir sıfat olduğunu kabul etmişlerdir. (Taftazanî Şerhu’l-Makâsıd, s.52-54). Görüldüğü gibi peygamberlerin dışındaki bireylerin masumiyeti sadece Şia düşüncesinde geçerli olduğu görüşmüştür. Onlar on iki imamlarını tıpkı peygamberler gibi masum kabul etmişlerdir.
İsmet inancının tespit edilebilen en yakın kaynağı, İslam öncesi İranlıların krallık anlayışı ve Eski Hint düşüncesidir. Mazdeizm’e göre İranlı devlet yöneticileri, Allah tarafından doğrudan atanmış kutsal varlıklar olup, kral olduklarından itibaren Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidirler. Eski Hint düşüncesinde, imama Allah tarafından doğrudan atanmış gözüyle bakılıyordu; yani imam hatasız ve yanılmazdı; Allah, insan şeklinde tezahür etmiş ve öldüğünde de ruhunun varisinin bedenine geçerdi. (Şeybi, es-Sıla Beyne’t-Tasavvuf ve’t-Teşeyyu’, s. 62).
Peygamberlerin dışındakilerin masumiyeti ile ilgili, çağdaş İslam hareketlerini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen, İhvan Hareketi’nin kurucu Hasan Elbenna’ın görüşüne değinmekte yarar vardır. Elbenna, hareketinin İslamî anlayışını yirmi maddede açıklamaktadır. Nitekim 6. maddede şu ifadeler yer almaktadır: “Her kim olursa olsun söyledikleri kabul de edilebilir, amel edilmeyip terk de edilebilir. Masum olanlar sadece peygamberlerdir. Bizce seleften nakledilen görüşler, Kur’an ve sünnete uygun olduğu müddetçe makbuldür. Aksi halde Kur’an ve sünnete uymak evladır. Ancak ihtilaflı konularda sahip oldukları görüşler sebebiyle insanları acımasızca eleştirmemeliyiz. Onları niyetleriyle baş başa bırakırız. Herkes ne yapmışsa onu bulacaktır.(Elbenna, er-Risâle, s. 269).
Musa Cârullah Bigiyef ise masumiyetin ümmet için söz konusu iken, ümmetin bireyleri için söz konusu olamayacağını belirtmektedir: “İslam Ümmeti tıpkı Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi İslam’ı almada, korumada ve tebliğde masumdur. Bu ümmet, Hz. Peygamber’in (s.a.s) öğrenip tebliğ ettiği her şeyi öğrenmiş ve onun gibi tebliğ etmiştir. Usûl ve furû olarak dinin cüz’i ve küllî ilkelerini öğrenip insanlığa tebliğ etmişlerdir. Usûl ve furû olarak dinin her ilkesini Allah muhafaza etmiş, Hz. Peygamber öğrenip ezberlemiş, daha sonra her asırda nesilden nesile muhafaza edilerek bizlere nakledilmiştir. Dinin, bugün ümmetin tamamının unuttuğu, yahut gaflet gösterdiği bir tek kuralı mevcut değildir”(M. C. Bigiyef, Kitâbu’s-Sünne, s. 83-84).
SONUÇ
Masumiyet düşüncesi Hz. Peygamber’den sonra herhangi bir bireye tevarüs etmemiştir. Bu bağlamda hiçbir insan masum kabul edilmemelidir.
Herhangi bir insanın eserlerine kutsallık atfedilmemelidir.
İslam düşüncesi Kur’an ve Sahih Sünnete dayanmalıdır.
Birey merkezciliği değil, ortak akıl aktifleştirilmelidir.
“İslam’a aykırı olan bir yöntemle İslam’a hizmet edilemez” anlayışı toplum tarafından benimsenmelidir.
Geçmişi bir bütün olarak kutsamak ne kadar tehlikeli ise, geçmişi inkar etmek veya geçmiş ulemanın yorumlarını “uydurulan din”, kendi yorum ve yaklaşımlarını da “indirilen din” olarak sunmak da o kadar tehlikelidir. Aynı zamanda bu yaklaşımın, yeni masum zatların! zuhur etmesine yol açabileceğini düşünüyoruz.
Kaynakça
Bigiyef, Musa Cârullah, Kitâbu’s-Sünne (çev. Mehmet Görmez), Ankara Okulu, Ankara 2019.
Hasan Elbenna, er-Risâle, el-Beşâir, 2010.
İbnu’l-Esîr,İzuddîn Ali b. Muhammed el-Cezerî, el-Kâmil fî’t-Târîh (thk. Ebû’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî) Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1987.
İbn Hacer, Fethu’l-Bârî (thk. Ahmed b. Ali b. Hacer), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1379, V.
Mûsevî Muhammed b. Muhammed Mehdî el-Kâzımî el-Kazvinî, Usûlu’ş-Şîa ve Furûuhâ, Dâru’z-Zehrâ, Beyrut 1985.
Şeybi, M. Kamil, es-Sıla Beyne’t-Tasavvuf ve’t-Teşeyyu’, Bağdat 1964.
Taftazanî, Sa‘duddîn, Şerhu’l-Makâsıd, Âlemu’l-Kütûb, Beyrut 1989.