İlkbaharımızı yitirdik asırlar önce, çıplak ayaklarla çoraklaşmış topraklarda, dikenler üzerine yürüdük. Karlar fırtınalar koptu, her tarafımızı sis sardı. Yolumuzu kaybettik ıssız bucaksız ormanlarda, avcı iken av olduk nice yırtıcı yamyamlara.
Ümitlerimiz tükendi… Karabulutlar çöktü üzerimize, büyük büyük gözlükler taktılar gözlerimize, ak ile karayı ayıramadık, doğru ile yanlış ters yüz oldu. Zihinlerimiz karmakarışık…
Kimimiz, ikram edilen nefis kapısından içeri girdik. Kimliğimizi, benliğimizi, inancımızı yitirdik. Aldatılmış pembe hayaller uğruna… Farklı farklı düşüncelerin, ideallerin birer amansız neferi olduk. Zirveye çıkarken bastığımız tüm dalları kırdık. Uçurumun tepesinde kalakaldık öylece. Sihirbazlar laf cambazları o kadar çoğaldı ki, kendimizi yalan dolanın içinde bulduk, ortam adamı olduk. Cesaretimizi bir türlü toplayıp da gerçekleri haykıramadık.
Aylan bebeklerin cesetleri evlerimizin kıyılarına vurdu; sesiz sağırlar olduk. Türkistan’da kardeşlerimiz Komünist Çin’in zulmü altında dinsizleştirildi. Myanmar’da Müslümanlar diri diri yakıldı. Aileler talan edildi, çocuklarını Naf nehri yuttu sadece renkli ekranlardan seyir ettik. Ne de olsa uzaktaydılar; kalplerimizde kardeşliğin sınırlarını çizmiştik.
O kadar sindirilmiştik ki, on dört yaşındaki cesur yürekler Aksa’da göğsünden vurularak şehit edildiğinde, Yahudi’ye gücümüz yetmez dedik bir kenarda oturarak kaçınılmaz sonumuzu bekledik.
Velhasıl zamanın ikindi vaktindeyiz gölgeler uzuyor biz ise kısalıyoruz. Yönümüzü gösteren pusulamız, tevhidin merkezi Kâbe’yi kaybettik. Bir türlü karabasan gibi üzerimize çöken uykudan uyanamadık, her birimiz nefsimizin birer kölesi olduk ve kendi bedenimize söz geçiremedik.
Abdurrahim KÜRKÇÜ