“Razı olmuş ve razı olunmuş şekilde Rabbinize dönün.”(Fecr, 78)
Bu ayeti kerime Müslüman’ın dünyadaki genel halini beyan etmektedir; hoşnut olmuş ve hoşnut olunmuş hali tavırlarımıza gündelik hayatımıza sirayet etmelidir. ‘Kendimizden razı olacağız ve iletişim içinde olduğumuz insanlarda bizden razı olacak. Allah (cc) bu konunun üstünde tekrarlayan ayetlerle durmuş, Resulü ise hayatına yansıtarak örnek olmuştur.
İletişim içinde olduğumuz insanların başında ailemiz gelir. Öncelikle anne, baba, kardeş, aile efratları başta olmak üzere evliyse öncelikle ömrü hayatını beraber geçireceği emaneti olan eşi ve talip olarak emanet aldığı çocuklarıdır. Bir arada yaşarken ister istemez hak ihlalleri olacaktır.
Öncelikle hak nedir? Hak, kul olarak doğar doğmaz kişiye bağlı, şerefiyle, onuruyla yaşayabilmek ve hayatını hoşnut kılabileceği kişiye sıkı sıkıya bağlı maddi manevi değerlerdir. Kul, insan demektir. Her kulun (insanın) yaşama, sağlık, eğitim, düşünce, inanç, ibadet, özel yaşamın gizliliği ve ekonomik haklar gibi temel hakları ve özgürlükleri vardır. Bunlara karşı yapılan haksızlıklar, kul hakkı kavramına girer. Bunların üzerinde bir başkasının hakkı yoktur ancak kişi dilerse fedakârlık eder. Bunun aksi durumu kul hakkına girer. Allah (cc) kul hakkına karışamam diyor. Namaz, oruç vesaire ibadetler banadır, bana dair görevindeki hatalarını affedebilirim ama kulun hakkına karışamam diyor. Allah (cc) hakkaniyetli tavrı mananın ehemmiyetini vurgulamaktadır…
Bizim dünya hayatında evvela dikkat etmemiz gereken kul hakkı olmalıdır. Bazen ihmal sonucu, bazen de öfkeyle ister/istemez kırdığımız ve üzdüğümüz insanlardan gönül alarak helalleşmeliyiz. Nedense razı etmek, helalleşmek derken hep aile dışındakiler akla gelir. Oysa daha çok ailesiyle vakit geçirdiğinden, hak hukuk ihlali olma ihtimali de aileye karşı yaşanması mümkündür. Nasıl olsa eşimizdir ya da evladımızdır, annemizdir der geçeriz. Oysa onlar bizim için eş, evlat, ana vb. olsa da öncelikle “kul”dur ve Rabbiyle arasında bizimle olandan daha yakın münasebeti vardır.
Her şeye rağmen önceliğimiz günlük hayatta hoşnut etmek, vaktinde gönül alarak razı etmek, yani helalleşmektir. Razı etmek evvela o kişini gönlündeki kırgınlığı öfkeyi gidermek ve sevgi dolu sıcak hisler uyandıracak şekilde olmalıdır. Bu tavırla kırılan hoşnut olacağı gibi kıran da gönül yapmanın sevabına kavuşacaktır.
Rasulullah (sav) günlük hayatında kimseyi kırmamaya özen ve dikkat göstermiş suizandan bile şiddetle kaçınmış aile ve arkadaş ve akrabalarına hürmetkâr davranarak, her kesimin gönlünü kazanmıştır. İstemeden birini üzmüş olma ihtimaline karşı vefatından evvel tüm aile ve ashabını ulaşabildiği herkesi toplamış ve onlara: “Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır. Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun, Birinizin malını haksız yere almışsam, gelsin hakkını alsın.
Sakın hak sahibi, ‘Şayet kısas talebinde bulunursam, Resûlallah bana darılır’ diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim fıtratımda yoktur.”
“Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir. Yahut helâl edendir. Ben Rabbimin huzuruna üzerinde kul hakkı olmadan varmak istiyorum.” (Taberi 3:191) deme erdemini göstermiştir. Bu tavır aynı zamanda helalleşmenin şeklini göstermektedir. Maddi hakka girilmişse maddi olarak misliyle ödenecek ve kişinin ellerinden tutularak razı edilecek manevi hakka girilmiş ise bu hangi ortamda hakkına girildiyse misliyle hak yerini bulacak şekilde mukabelede bulunulacak veya helallik istenecektir.
Hz. Yusuf’a “Zindandan çıkabilirsin artık serbestsin” dendiğinde “çıkmam” diyerek özgürlüğünü reddetmiştir. Çünkü kalbi gönlü kırgındır ve itibarı zedelemiştir. Öncelikle “o kadınlara sorun” demiştir. Doğru ve hakkın yerini bulmasını masumiyet ve suçsuzluğunun ortaya çıkmasını talep etmiştir. Yusuf Peygamberin bu tavrı da hakkına hukukuna girdiğimiz insanların halini yansıtmaktadır.
Dünyada helalleşmezsek etrafımızdakilerin gönlünü yapmazsak ne olur? Zerre kadar hak ve hukukun miktarını hesabını tartan, hâkimin kendisinin bizatihi şahit olduğu yerde, hâkimin bile kul hakkına karışamam dediği yerde, kul hakkını zerre dahi olsa alacaktır ve telafi tarzında helalleşme imkanı olmayacaktır. Peygamberimiz bu tip insanı “müflis” diye adlandırmıştır.
Rasulullah (sav) ashabına: “Müflis kimdir bilir misiniz?” diye sordu. Ashap: “Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir.” dediler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere aittir. İşte benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini yerine getirmiş olarak Allah’ın huzuruna gelir. Ancak bu ibadetlerin yanında öyle günahlar da işlemiştir ki, kimilerine sövüp saymış, kiminin kanını akıtmış, kiminin malını yemiş, kimine zina iftirasında bulunmuştur. Bu durum karşısında, onun ibadetlerden elde ettiği sevaplardan alınıp hak sahiplerine dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyilikleri bu hakları ödemeye yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından alınıp hak yiyenin günahlarına eklenir. Böylece sevapları elinden gitmiş, günahları ise daha da artmıştır. İşte böylece, müflis durumuna düşmüş olan bu kişi cehenneme atılır.”
“Sorumluluk ancak insanlara zulmedenlere aittir böylelerine acı bir azap vardır.” (Şuara, 42)
Kul hakkı derken, kişinin kendi nefsi üzerindeki hakkını da unutmamak gerekir. Kendine zulmetmemek meşru istekleri yerine getirmek, maddi manevi şahsi bütünlüğüne zarar vermemek, kendini affetmek, günahlarından tövbe ederek günahların geçmişinin düşüncesiyle, vesveseyle yaşayıp bu günü ziyan etmemek gibi…
Sonuç olarak toplum kadar birey de önemlidir. Kul hakkını üstün tutan ve gereğince amel edenler daha mutlu ve inancını daha iyi yaşayabilen bir toplum olabilir.