İnsanlar şehir merkezinden uzaklaştıkça ağaçların yeşili ve gökyüzünün mavisi de birbirinden uzaklaşıyordu. Yeşil, yerini uçsuz bucaksız bir sarıya bırakıyor, mavi ise sarılar arasında pek ayırt edilemez oluyordu.
Özellikle de öğle vakti, güneş tam tepedeyken. Üçte ikisi mavi olan Dünya da sararıyordu sanki öğlen olunca. Hele ki çölde sonu görünmeyen bir sarılık yeryüzünde sarı bir deniz gibi. Ama bu deniz diğer denizlerden farklı. İnsanlar yazın sıcağından bunaldığı zaman serinlemek için denize girerken bu sarı denize yolculuk, savaş ve yaşama devam edebilmek için girerler…
Sene 624.
Hayatları tehlikede olan bazı insanlar iki yıl önce kendilerine yaşam hakkı bulabilmek için bir şehre hicret eder. Tek istekleri işkencesiz ve tehditsiz, istedikleri dini yaşayabilmektir.
Seçtikleri dini yaşayabilmek için şehirlerinden ayrılmak zorunda kalan insanlar, canları pahasına arkalarında evlerini, mallarını ve tüm servetlerini bırakmışlardı. Ama onlara işkence eden insanlar yaşama hakkını da onlara çok gördüler.
İlk önce onları terk ettikleri şehre geri getirip öldürmek istediler; ama başarısız oldular. Yeni planları ise geride neleri kalmışsa onları satıp kendilerine savaş açmaktı.
Seçtikleri dini yaşayabilmek için her şeylerini geride bırakan insanlar bu haberi duyunca eşyalarını onlardan geri almak istedi. Bu haberi rehberleri ve önderleri olan peygamberlerine bildirdiler. Savaşıp mallarını geri almak istediklerini belirttiler. Rehberleri hak olan bu dini yeni seçmiş bu topluluğun başına bir şey gelmesini istemiyordu.
Çünkü bu din, tüm dünyaya ancak bu toplulukla beraber yayılabilirdi. Her şeyini bu din uğruna feda eden bu toplulukla… Aziz bir din olan İslam’ın koruyucuları da İslam kadar azizdi. Bu yüzden rehberleri onların izzetine zarar gelmesini de istemiyordu. Düşmanları onların mallarını alıp onlara karşı kullanma planları kurarken, olanlara sessiz kalamazlardı.
Ama savaş kararı demek, çöl sıcağı demekti. Sarı denize yol göründü demekti.
Hem de orucun farz kılındığı ilk yılda. Olaylardan bir hafta kadar önce Allahu Teâlâ (c.c.) Müminlere şöyle seslenmişti:
“Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı. İçinizden hasta veya yolcu olan başka günlerden sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur olmadan yapan için bu (yaptığı) iyidir. Ama orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 183-184)
Sarı denizin boğucu havası ve sıcaklığı yetmezmiş gibi bu denize ilahi emir gereği bir de aç ve susuz gireceklerdi. Bu onların ilk Ramazanıydı. Yarısını da geride bırakmışlardı. Çocuklar ilk bayram sevincini yaşamaya başlamışlardı bile. Ama izzet de önemliydi. Böyle izzetli bir dinin izzetli insanları için daha da önemliydi. Bunun için rehberleri, istişare sonucu her şeyi göze alarak savaş kararını onayladı. Bundan sonra sadece Allah’a (c.c.) tevekkül etmek kalıyordu. Miğferini giydi, diğer insanlar da savaş için hazırlık yapmaya başladılar. Sayıları çok azdı. Ama yine de korkmuyorlardı. Allah’ın (c.c.) yardımının geleceğini biliyorlardı. Uğruna her şeylerini feda ettikleri Rab’leri onların izzetine halel getirmezdi çünkü. Sadece nasıl bir yardım gelir, onu Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Sadece O’na tevekkül edip, dua ediyor ve inanıyorlardı o kadar.
Rehberleriyle bir savaş stratejisi belirlediler. Çölde su, yaşamanın tek kaynağıydı. Bunun için içilebilir suyu olan en yakın kuyulardan kendilerine yetecek kadar kuyuyu tutup geriye kalanları ise kapattılar. Savaş alanını kendi istedikleri gibi yeniden düzenlediler ve beklemeye başladılar. Rehberleri ise her daim dua içerisinde Allah’a şöyle yalvarıyordu:
“Ey Allah’ım! Bana olan vaadini ihsan eyle! Allah’ım! Bana zafer nasip et. Ey Allah’ım! Eğer ehl-i İslâm’ın bu topluluğunu helak edersen, artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak!” ¹
313 Müslüman’a karşı 1000 müşrik. Müşriklerin üçte biri kadar bile değil bu İslam ordusu. Ama Allah’a (c.c.) inanıyor ve böyle bir savaşa rağmen inandıkları Rabb’in emrini de asla çiğnemiyorlar, oruç tutan 313 İslam’ın koruyucusu 1000 müşriğe karşı sadece Allah’a (c.c.) güvenerek savaşa giriyordu.
İlk önce mübareze yapıldı. Müslümanlardan üç kişi, müşriklerden üç kişiyi öldürünce savaş alenen başlamış oldu.
Savaşın ve sarı denizin en çok kızıştığı öğlen vaktinde, Allah’ın beklenen o yardımı geldi. Ama kimsenin beklemediği bir şekilde geldi.
Binlerce melek, Müslümanların safında müşriklere karşı savaşıyordu:
“Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz, O da ‘Muhakkak ki Ben size meleklerden birbiri ardınca bin tanesiyle yardım edeceğim.’ diyerek duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal, 9)
Böyle bir yardımdan sonra ikindi vaktinde savaş bitmiş, müşrikler büyük bir hezimete uğramış ve Müslümanlar izzetlerini artırarak birçok ganimet kazanmıştı.
Allah’ın (c.c.) bu yardımı, ilk orucunu tutan, Allah’a inanan, emirlerini yerine getiren ve O’na ortak koşmayan bir avuç Müslüman için gelmişti.
İlk orucun bayram sevinci başka bir anlam kazanmıştı artık. Bu bayram, hem izzetlerinin artmasının nişanesi hem de adlarını dünyaya duyuracak olan kapının aralanmasına işaretti.
Çünkü bu bayramdan sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı…
Kaynakça
1) Müslim, Cihâd, 58; Buhârî, Megâzî, 4