Dijital olayların ve verilerin hayatımıza yön verdiği bir çağı yaşıyoruz. Dünyanın büyük bir kesiminin, her gün kitle iletişim araçları ve sosyal medya yoluyla gündemi belirlenmektedir. Bu yolla birileri, üzerinde düşünüp çözüme ulaştırmamız gereken olayları bize unutturup tıklanma rekoru kıran bir videodaki olayı gündemimize oturtabilmektedir.
Zamanla bize izletilen, bize dinletilen, bize yaşatılan şeylerle çok garip bir ahlaka büründük. Kitle iletişim araçları ve sosyal medya ile abur cubur beslenen bizler; çabuk inanıp çabuk yargılar olduk. Bize izletilene bakıp bizden gizleneni düşünmeden mahkum eder olduk. Her gün yepyeni bir olayla karşılaşıyoruz. Ayakları yere basmayan, oturmamış, kesinleşmemiş yargılar, bizi bir algı bunalımına sürüklemeye yetiyor. Hele algı operasyonlarına karşı fikri olarak korumasız olanlar, adeta düşünsel olarak bir travma içine giriyor.
Yaşamış olduğumuz algı ve bilgi kirliliğinin sonucu olsa gerek; nerdeyse vakıf olmadığımız tek bir konu yok. Bütün alanlarda bir mütehassıs edasıyla konuşuyor, kesiyor ve biçiyoruz. Bazen politikacı, bazen futbol yorumcusu, bazen bir stratejist ve analist, bazen bir hakem, bazen doktor, bazen asker oluyoruz bir anda.
Şu an yazdığımız, anlattığımız, savunduğumuz birçok şeyin üreticisi başkaları… Fasığın biri size haber getirirse onu araştırın düsturuna göre hareket etmeden, sosyal ağlar üzerinden verilen her haberi alarak adeta bir algı zehirlenmesi yaşıyoruz. Algıları hedef alınan kitlelerin güvenlik duvarı da olmayınca onları etkilemek çok da zor olmuyor. Durum böyle olunca ABD’nin başına geçen Barac Obama’nın, ‘’Hüseyini’’ ile bizi aldatabiliyorlar. Nüfus cüzdanını görmediğimiz Barac Obama’nın bir de Hüseyin’i var diye bir anda sevgi gösterisinde bulunduk elin zalimine. Sonra ne mi oldu? Bu zalim Irak, Afganistan, Pakistan, Suriye derken tüm ümmeti kan gölüne çevirdi.
Kendi menfaatleri doğrultusunda algı oluşturmak isteyenler tarafından kurgulanan bilgilerin medyada sürekli tekrarlanması ile hem algılar yönlendirilmekte hem de düşünceler şekillendirilmektedir. Bu süreçte tekrar edilen fikirlerin aksi düşünceye sahip olan bireyler, kendilerini yalnız ve dışlanmış hissederek çoğunluğun sesine katılma ihtiyacı duymaktadır. Irak’ın işgali öncesi her gün kimyasal silahlardan bahsedildi. Öyle ki ülkemizde insanlar kapı ve pencerelerini olası bir saldırıya karşı bantlama yoluna gitti. O günlerde ‘’koli bandı’’nın adı bile ‘’Saddam bandı ‘’ olarak değişti. Aslında değişen sadece bandın adı olmadı. Değişen düşüncelerimiz ve algılarımız oldu. Kimyasal silahların imhası bahanesiyle Irak’a girenler, daha sonra Müslümanları imha etmeye başlayınca bile ancak bir kısmımız uyanabildi. Bugün bile ‘’o kimyasal silahlar nerede?’’ diye hesap soramıyorsa varın siz düşünün algılarımız ne hale gelmiş ümmet olarak.
Algılarımız üzerinde oynanan diğer oyun da şu: İslam’a ve İslami uyanışa darbeyi indirmek ve İslami direnişi kötü göstermek amacıyla İslam düşmanlarının mühendisliğiyle oluşturulmuş ‘’radikal unsurlar oyunu’’. Haçlı mühendisliğinin ürünü olan bu radikal unsurların, Suriye ve Irak’ta yaptıklarına bir bakın! Bunların fütursuzca yaptıklarının sonucu olarak; Esed’in ömrü uzadı, İran’ın nüfuzu arttı, ABD’nin Suriye’nin kuzeyi ile ilgili planları gerçekleşti, İsrail’in Filistin’de yaptıklarıyla ümmet ilgilenmez hale geldi, İslam kafa kesiyor imajı ile mütedeyyin insanlara toplum içinde baskı uygulandı. Şimdi söyleyin bana! Toplum bu algı operasyonunun ne kadarının farkında?
Algılarımız üzerinde oynanan diğer bir oyun da diziler ve filmler yoluyla olmaktadır. Geçmişte kovboy filmleri ile; hakkında hiç bilgi sahibi olmadığımız kızıl derelilere düşman olduk. İzlenme rekorları kıran Rambo filmleriyle ‘’Amerikalılar mağlup olmaz’’ düşüncesi zihnimize kazındı. Ve bugün… Bugün de mafya ve çetelerin çatışmasını konu edinen dizilerle toplumdaki fertler, İslam’daki cemaatleşmeden uzaklaştırılıp bir çatışmanın içine çekilmektedir. Konusu aşkı ilah edinme, eşlerin birbirini aldatması, genç kız ve erkeklerin flörtü, aile içi entrikalar olan diziler yoluyla toplum, İslami öğretilerden iyice uzaklaştırılmaktadır.
Şu anekdot oynanan oyunların ve algı operasyonlarının resmini çiziyor adeta.
Tembel adamın biri, sonbahar ve kış boyunca ahırda beslediği ineğine saman veriyormuş. Bahar olup etraf yeşillenince, inek samanı yemez olmuş. İneğin Tembel sahibi de bu durumu fark etmiş; ama tembelliğinden ineği otlağa götürüp otlatmak gözüne gelmiş.
Sonunda olayı köyün muhtarına anlatıp bir çözüm istemeye karar vermiş.
Tembel adam, köyün muhtarına derdini anlattıktan sonra köy muhtarı demiş ki:
Dert edindiğin şeye bak! Bu da sorun mu? Al yeşil bir gözlük, tak ineğin gözüne, bak bakalım yiyiyor mu yemiyor mu!
Tembel adam denileni yapmış. Takmış ineğin gözlerine yeşil bir gözlük. O gözlüklerle samana bakan inek, samanı ot sanıp yemiş bahar boyunca.
Rantlarını kaybetmek istemeyenler, halkı en masrafsız yoldan sağmak için türlü türlü oyunlar denemeye devam ediyor. Her olaydan sonra muhtarından akıl alanların, gözlerimize taktığı gözlüğü ne zaman fark edeceğiz bilmiyorum.
Bugün özellikle egemen güçler tarafından bilgilerin çarpıtılmasına ve dezenformasyonuna bağlı olarak yürütülen algı yönetiminin bir yolu da tartışma ve haber programlarıdır. Bunun en acı tecrübesini 28 Şubat’ta yaşadık ve halen de yaşıyoruz. Figüran olarak kullanılan bazı şahsiyetler yardımıyla ve cımbızlanıp yüksek ses tonuyla verilen haberler yoluyla bir anda toplumda bir ‘’irtica tehlikesi(!)’’ nasıl da oluşturuldu. Peki sonra ne oldu? Ülkenin milyarlarca doları uçup gitti, imam hatipler kapatıldı, başörtüsü zulmü uygulandı. Binlerce masum insan hapislere tıktırıldı. Hasılı adeta bir milletin genleriyle oynanıldı. Bizler ise o gün; hakim güçlerin algı operasyonlarının kurbanı olduk ve sadece olanları seyrettik.
Hangi birini anlatayım bilmiyorum. Gezi parkını mı anlatsam? 6-7 Ekim olaylarını mı anlatsam? Her sakallıyı ve çarşaflıyı IŞİD diye gösterip Müslümanlara mahalle baskısı kurma oyununu mu anlatsam?
Şunu bilelim ki, algı ve gerçeklik arasındaki uçurum modern dünya ile daha da genişleyerek, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın içerisindeki karmaşıklık kitle iletişim araçlarının zihnimizdeki imgeleri değiştirmesi ile hız kazanmıştır. Ama gerçeklerin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır ve içinde yaşadığımız enformasyon çağında yalancının mumu yatsıya varmadan sönmektedir.
Bu durumun doğal bir sonucu olarak algı operasyonlarında bulunanların dünya ölçeğinde inandırıcılığını, güvenilirliğini kaybetmesi ve yalnızları oynaması kaçınılmazdır.
Algı yönetimine karşı başarılı olmak için ihtiyaç duyulan şey; dünya ile entegre olmuş fakat kendi değerlerini bilen, yaşayan ve yaşatan nesillerin oluşmasıdır.
Bu bağlamda eğitim sistemi revize edilmeli ve gerekli değişiklikler yapılarak bir an önce hayata geçirilmelidir. Bu çerçevede dünyadaki yeni dijital çağ ve genç demografik yapımız arasındaki yapıcı bağı kurmalıyız. Bundan sonra sosyal hareketlerin ve sosyal olayların sosyal medya ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Öte yandan toplumsal olaylar bir sebep değil sonuçtur. Bu nedenle toplumsal olayların oluşmasına sebebiyet veren siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sebepler iyi analiz edilerek katılımcı bir anlayışla çözülmeli ve konuların sosyal medyada istismar edilmesinin ve toplumun sokağa dökülmesinin önüne geçilmelidir.
Haysiyet, şahsiyet ve siyaset… Birbiriyle kafiyeli olduğu kadar biri diğerine anlam katan bir kelime zinciri… İnsanın sahip olması gereken erdem ve ahlak, şahsiyeti; ahlaka zarar veren şeylerden uzak durmak da haysiyeti meydana getirir. Bu iki özellik de bir politikacı da oldu mu, haysiyet ve şahsiyet ile donanmış siyasetçiyi ortaya çıkarır. Her mesleğin, her işin bir haysiyeti vardır. İlim, haysiyetsiz bir alimin elinde ve dilinde anlamını yitirir. Siyaset, haysiyetsiz bir politikacının elinde aldatıcı olur. Güç, haysiyetsiz insanların elinde bir baskı ve sömürü aracı olmaktan öteye geçmez.
Diyebiliriz ki, haysiyetsiz alim; ilmin, haysiyetsiz tüccar; emeğin ve üretimin, haysiyetsiz siyasetçi; güven ve ümidin, haysiyetsiz bir basın; doğruluğun katili olur.
Yeni bir seçimin arefesindeyiz ve halk olarak siyasilerden beklentimiz; haysiyet ve şahsiyetleriyle siyasete bir değer katmalarıdır. Dün siyaseti bu değerlerden yoksun bir şekilde yapanlar, meydanlarda vaatlerde bulunup koltuğa oturunca söylediklerini unutanlar, bugün siyasetin mezarlığına gömülmüş durumdalar. Hem halk hem de siyasiler, bu durumdan bir ders çıkarmalıdır.
Siyasetin albenisine kendini kaptıran, koltuk ile değer kazanma çabası içinde olan, siyaseti; bir misyon için değil de kişisel çıkarları için kullandığı bir vizyon olarak gören siyasilerden bu halka bir hayır geleceğini sanmıyorum. Değeri kendisinden olan, gittiği yere gelişiyle değer katan misyon sahibi siyasileri görmek istiyoruz. Sahip olduğu değerler ve misyon uğruna, ‘’elime Güneş’i ve Ay’ı koysanız da ben bunlardan vazgeçmem’’ diyecek siyasileri bekliyoruz.
Kuzu postuna bürünmüş kurt misali, renkten renge giren bukalemun gibi, halk milliyete mi önem veriyor ‘’o zaman ben milliyetçiyim’’ halk maneviyata mı önem veriyor ‘’o zaman ben muhafazakârım’’ hilekârlığıyla ağzına ve aklına her ne gelirse iktidar olma uğruna söyleyen kişilere yıllarımızı kurban vermek istemiyoruz.
Siyasetten beklentilerimiz bunlar. Peki, millet olarak ne durumdayız? İtiraf etmeliyim ki, millet olarak yanlış duruşumuz, siyasetteki haysiyet ve şahsiyet kirliliğini tırmandırmakta, ikiyüzlü insanların ekmeğine yağ sürmektedir. Çünkü sabiteleri olmayan, menfaat nerdeyse orda biten bir karaktere bürünmüşüz. Nerde duracağımızı, kiminle olacağımızı değerlerimiz değil, menfaatlerimiz belirler olmuş. Durum böyle olunca da şahsiyetsiz ve haysiyetsiz insanlar her geçen gün semizleniyor. Bize izletilene bakıp, bizden gizleneni görecek ferasetten yoksun olduğumuzdandır ki, demokratları, özgürlük ve laiklik; muhafazakârları din ve iman silahıyla vurmayı, siyasetten sayanların oyuncağı haline geliyoruz çoğu zaman.
Terfi almak için yaranmaya çalışmak, amirinin gözüne girmek için yalan yanlış demeden yanında el pençe durmak, işim olsun da ne olursa olsun mantığında olmak, aş veren ele adeta tapınmak, her dediğini yaparım ama bu işte benim kazancım ne olacak diye hareket etmek… İşte bu da millet olarak bizim çıkmazımız.
Sabiteleri olmayan, rüzgârın önündeki yaprak gibi menfaat ve çıkar nerdeyse benim orda olmam gerekir diye düşünen bir toplum haline gelmişiz. Dün niçin övdüğümüzü bilmediğimiz kişileri bugün lanetliyor; bugün lanetlediğimizi ertesi gün sebebini bilmeden övüverebiliyoruz.
Biz böyle olunca, siyasi başarıya iman edenler de her yolu denemeyi mubah görüyor. Aldatıyor, istismar ediyor, yalan söylüyor, komplolar kuruyor. Anlayacağınız oyumuzla bizi yolmak için her yolu dener oluyor. Seçimin sonucunu hep birlikte bekleyip göreceğiz. Ama benim değinmek istediğim şu: Siyasetten nemalanmak için birçok değerini feda edenlerden olmayalım. Siyasi kazanç uğruna çamurlaşmayalım ve çamur atmayalım. Yüz binlerin ahını alan bir milletvekili olmaktansa, bir tek dua alan haysiyetli bir işçi olmak daha evladır.
Siyaset demek, aldatmak demek değildir. Hayatın hangi alanında, her ne konuda olursa olsun, bizi aldatan bizden değildir.
Çanakkale zaferinin kutlandığı şu günlerde geçmişi hatırlarken; Kürt, Türk, Arap ve diğer Müslüman milletlerin nasıl omuz omuza çarpıştığını düşünüyor ve o günkü ümmet bilincine sahip bir toplumun nasıl da birbirine düşman kılındığına acı da olsa şahitlik ediyoruz.
Milliyetçiliği, ırkçılığı içimize fitne olarak sokup değişik renk ve milletten devletler oluşturanların hain planlarına ve sinsi oyunlarına bir ümmeti kurban vermiş olmanın derin üzüntüsünü yaşıyoruz.
Toplum mühendislikleriyle doğuyu Kürt kimliğinden dolayı ezip batıyı Türk kimliğiyle kutsayıp aslında ‘’bazı mihraklara hizmet eden’’ gerçekte ‘’ne Kürt düşmanı ne de Türk sevdalısı’’ olanların bugün başarıya ulaşmış olduklarını görmüş olmak kahrediyor bizleri.
Cumhuriyetten sonra ardı ardına planlanmış olaylarla ve göz göre göre bir ‘’Kürt sorunu’’ bir ‘’alevi-sünni’’ sorunu çıkması için akıl almaz olayları sahneleyen kişilere; bir yandan öfkelenip öte yandan onların amaçları doğrultusunda hareket edenlerin bu sorunları çözmek yerine daha da derinleştirmeye çalışmaları ‘’kim, neye hizmet ediyor?’’ diye düşündürüyor bizleri.
Geçmişin girift olaylarıyla oluşturulan ‘’Kürt sorunu’’ yıllarca vurdumduymaz bir tavırla günümüze kadar geldi. Bugün ise tüm toplumun umutla beklediği bir çözümün eşiğine gelmiş durumdayız. Savaş diliyle barışı istemenin sonuç getirmeyeceğini bilerek bu süreci sonuca götürmek gerekir.
Yıllardır gelen ölüm haberleriyle dağlanan yüreklerimizin; artık acı çekmeye tahammülü yoktur. Victor Hugo, ‘’Barış, her şeyi hazmeden bir mutluluktur’’ der. Şu an sürecin içine dahil olan tüm unsurların karşılıklı bu hazmi yapabilmeleri gerekmektedir. Her an patlayacak gibi görünen bir toplumsal zemin oluşturularak bu sürecin devam etmesi mümkün değildir. Geçmişe oranla yeterli olmasa da çözüme yönelik atılan adımlar bir konsensüsün oluşmasına önemli oranda zemin hazırlamıştır. Bunu görmezden gelmek nasıl ki nankörlükse; durumu yeterli görmek de bir o kadar süreci iyi analiz edememektir. Yıllardır oluşturulan kavga zemininden barışa bir anda gitmek kolay olmayacaktır.
Sürecin başında ‘’Habur olayları’’ yaşanırken herkes, bu iş başlamadan bitti demişti. Bugün de Ağrı’da yaşan olayların ardından herkes ciddi bir ümitsizlik içine girdi. Elbette ki, ölümle biten her olay, barışı zorlaştırıyor; ama şunu da bilelim ki, binlerin ölümünün ardından başlatılan bir süreç, böylesi vahim olaylara kurban edilmemeli.
Herkes ‘’Ağrı’da ne oldu?’’ diye merak ederken ben, Ağrı olayından sonra nelerin olmaması gerektiği üzerinde durmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Zira puslu havayı seven çakallar, bunu hemen toplumsal bir kaosa dönüştürmenin çabası içerisine girmektedir ki, bu çok daha tehlikelidir. Şunu bilelim ki, çözümü sabote etmek isteyen iç ve dış mihrakların bu süreçteki istihbari çabaları ve kaotik ortam için yapacakları eylemleri, böyle puslu ortamlarda daha çok sansasyonel etki bırakır. Bu da hiçbirimizin istemediği toplumsal bir çatışmayı doğurur.
Roboski’den de Ağrı’daki olaylardan da derslerin çıkarılması gerekir. Ölümler üzerinden hesap yapan her kim varsa insanlıktan nasibin almamıştır. Hiç kimsenin puslu ortamlar oluşturup halkın çözüm sürecine olan inancını zedelemeye hakkı yoktur.
Ahmet Milli