Birçok şeyimizi kaybettiğimiz günden beri çaresiz bekler, varlığımızı, değerlerimizi ve mukaddesatımızı darbelerden koruyamaz oluşumuzdan dolayı ağlar dururuz. Başımıza gelenler öyle sıradan olaylar değildi çünkü..! Aldılar, vurdular, parçaladılar, ayağa kalkmayalım diye bütün tedbirleri aldılar… Hayatın her alanını kuşatan ilahi sistem anlayışımız parçacı anlayışlara çevrildi, kavramlarla oynandı, doğru yanlış, yanlış doğru diye öğretilir oldu. Uhuvvet yerini kavmiyete bıraktı, yardımlaşmanın yerini menfaat aldı… İslami ahlak derin bir uçurumun dibinde kaldı…
O dayanılmaz dönemlerde her şeye rağmen bir çok yerde yeni tohumlar ekildi. Fakat bir tohum çok farklı filizlendi. Doğru bir yerde ekildi, doğru bakıldı, doğru sulandı… Güçlenmesi diğer filizlere göre çok daha anlamlı ve hızlı oldu. O filiz Şeyh Ahmet Yasin’in attığı tohumdan çıkan filizdi… Filiz zamanla büyüdü, fırtınalara sabretti, zaman zaman boynu büküldü ama gövdesi hiç kırılamadı! Engel tanımıyor, imkansızı başarıyordu. Şeyh Ahmet Yasin doğru bir yerden okumuştu olayı! Ümmetin bu coğrafyasında sıfırdan başlamak gerekiyor ve o da öyle yapıyordu. Dünyanın üzerine topluca saldırdığı bu bereketli topraklarda duruşuyla, bağlılığıyla, disiplin ve cesaretiyle bir hareket kurdu. İslami Direniş Hareketi… Hamas! Beytul Makdis’in etrafında toparlanan bu hareket gün geçtikçe düşmanlarına biraz daha korku salıyor, girdikleri her karanlıktan ‘Göklerin ve yerin Nuru’ tarafından çıkarılıyorlardı. Size bu hareketin cihadı, mücadelesi, sabrı, kullandığı yöntemlerinden bahsetmeyeceğim. Size bu mücadelenin tutuklanan, yıllarca taş duvarlar arkasında kalan ve hala kalmaya devam eden esir mücahitlerden bahsedeceğim. İşgalci Siyonistlerin zindanlarında esir durumda ve yaklaşık sayıları 5000 civarında olan Hamas mücahitlerinden bahsedeceğim. Bundan bahsedelim ki; ta ki yetişme tarzlarında imkansız denen bir şeyin olmadığı bu insanların destansı mücadelesi önümüzü açsın. Vücudundaki tüm engellere rağmen yetiştirdiği bu yiğit gençlerin nasıl da liderlerinin yolunda gittiğini gözler önüne serelim.
Siyonist işgal devletinin bir gardiyanı şöyle diyordu: ‘Ben Hamas üyelerinin koğuşlarını kokularından tanıyorum. Çünkü onların koğuşları tertemiz, sakin ve koğuşlarında bir sükunet havası var. Bu koğuşlarda kalanlar sürekli meşgul, ya okuma, ya ibadet, ya seminer. Hiç boş vakitleri yok! Hatta vakit onlara yetmiyor. Bu koğuşlarda kalanları görünce sinirden deliye dönüyoruz… Ama diğer mahkumların koğuşlarına gittiğimiz zaman, sevinçten çılgına dönüyoruz! Çünkü gittiğimiz bu koğuşlarda herkes uyur, darmadağın bir vaziyet, kavga ve problemler, sıkıntıdan intihar edenler’
Bu iki durum arasındaki fark nedir derseniz, ben buna ‘dava’ derim arkadaş! Bu müminlerin kültürüdür. Hapishaneyi Medresey-i Yusufiyeye çevirenler, Allah’ın yardım ve desteğiyle iman sahipleridirler. Tam 18 yılını taş duvarlar arasında geçiren bir mücahit şunu söylüyordu: ‘Burası her türlü sıkıntıya rağmen bizim için bir istirahatgah oldu. Günümüz sabah ezan vaktinden önce teheccütle başlar, akabinde Kur’an kıraati ve sabah namazı ile devam ederdi. Bu şekilde başlayan günümüz; okuma, ibadet, kendi aramızda seminer, kitap yazma, dil öğrenme, dışardan akademik kariyer yapma, savaş tekniklerini öğrenme (!)… Bütün bunları nasıl yapabiliyordunuz? diye sorduğumda, ‘biz büyük bir mücadelenin insanlarıyız, bizim lügatımızda imkansız denen bir şey yoktur, sizlere anlatamayacağımız bir çok teknikle siyonist işgal devletiyle cihadımız bu taş duvarların ardından da yürüyor. Hareketin en önemli şahsiyetleri buralara düşüyor ve biz buralarda yetişiyoruz.’ Peki bu seviyeye nasıl gelebildiniz? Dünyaya meydan okumanızın sırrı nedir? diye sorduğumda, ‘yarın sana detaylı bir şekilde anlatacağız’ dediler…
Bir sonraki gün duyduğum ve gördüklerim geleceğe dair imanımı ve umudumu güçlendirdi. Esir takasında hapishaneden kurtulmuş bir kardeşimiz şunu ifade etti: Beni tutukladıkları zaman siyonist komutan bana dedi ki: Sen bundan sonra ne güneşi ne de bir ağaç göreceksin! Ellerim kelepçeli bir şekilde ‘acele etme onu Allah bilir’ dedim. Rabbimin lütfuyla hapishaneden çıkınca uzun bir uğraştan sonra beni tutuklayan o komutanın numarasını buldum ve onu aradım ve ben şuan güneşi ve ağaçları görüyorum! dedim.
Dava sahipleri inandıkları en küçük detaya önce kendileri önem vermeli ve sürekli Allah’la barışık yaşamalılar. Samimiyetle Kur’an okuma, cemaatle namaz kılma, infak ve cihat konusunda kendini yetiştirmelidir. Öncüler daima önde olmalıdırlar!
Kurban edecek, ihmal edecek, göz ardı edecek hiç bir çocuğumuz olmamalı. Bu müslümanların yetiştirdiği her çocuğun eğitimi 4-5 yaşlarında Kur’an ezberiyle başlıyor. Mülteci kamplarında kız ve erkek hafızların ezberlerini dinledik. Çocuklara iman, şehadet ve zafer aşkı aşılanıyor, ileride büyük adamlar olacakları telkin ediliyordu. Küçük bedenlerdeki büyük adamların yanında küçüldüğümüzü hissettik! Kimi bir şehidin ardından kalmış bir yetim, kimi bir esirin kızı, kimi bir gazinin evladı… Hesapladım, toplamı yaklaşık olarak 180 m2 3 katlı daracık bir kreşte tam 100’e yakın aslan parçası eğitim alıyordu. Kullandıkları malzemeler çok eski, oyun alanı 16 m2, teneffüs sahası sadece 40 m2 idi.
Çok şaşıracaksınız ama sağır ve dilsiz çocuklara bile Kur’an eğitimi veriliyor, onlar bile ihmal edilmiyordu! Bu manzarayı görünce bunlar, Şeyh Ahmet Yasin’in yetiştirdiği bir nesil, imkansızı başarmak ve kendilerinden ümit kesilen insanlardan bir ümmet çıkarmak istiyorlar diye düşünmeden de edemedim.
Anneler ah o anneler! Elleri öpülesi anneler! Her sabah yavrularını talim meydanına kendi elleriyle götüren anneler. Elektrik yok, su yok, alışageldiğimiz imkanlar yok ama o anneler kendilerini aşmış, alelacele ev işlerini yapar yapmaz, Kur’an halkalarına gidiyor ve Kur’an eğitimi alıyorlar. Büyük cihada Kur’an’ın feyzi, aşkı ve ezberiyle hazırlanıyorlar. Tefsir okuyorlar, hadisten pasajlar paylaşıyorlar, farklı konularda seminerler alıyorlar ve belki hiç bir işe yaramayan diploma ve sertifikalar alıyorlar ama o diplomalar onların onur kaynağı..! Senet ve icazet usulü ile hafızlık yapan kızlar, Hafs rivayetine göre hafızlık yapan genç anneler gördüm Sabra ve Şatilla kamplarında…
Ahmet Yasin’in nesli böyle yetişiyor, bu nesil hapishanelerde böyle direniyor, cihat meydanlarında İslam için, ümmet için, Kudüs için seve seve canlarını veriyorlar. Füzeler altında namaz kılıyor, kitap okuyor, oruç tutuyorlar. Zindanlarda eğitim alıyor, görmediği torunlarının hayalini kuruyorlar. Kurtulmuş esirlerden başka biri, tam 20 yıl önce küçük kızını görmüştü! Tam yirmi yıl sonra o kızından olan küçük kız torununu görünce hemen tanımış, bu kız yirmi yıl önce gördüğüm kızıma çok benziyor demişti! O duvarların, o toprakların ve o mücadelenin sahiplerinin ayrı ayrı bir hikayesi, bir serüveni ve dopdolu bir bir hatırası vardır elbet…
Aşağıdaki olayı da anlatmazsam sorumlu olacağımı düşüyor ve affınıza sığınarak aktarıyorum, aktarıyorum ki mücadelenin hangi şekillerde yol alındığı bilinsin. İmkansız denen bir şeyin hayatımızda bir yeri olmasın!
Esirlerden duyduğum şu hakikat çok ilginçtir!
Bize ‘sizin kökünüzü kurutacağız, soysuz kalacaksınız ve neslinizi tüketeceğiz’ diyorlardı. Arkadaşlarımızdan bazıları ilginç yöntemlerle ‘nütfelerini’ yanlış duymadınız, nütfelerini dışarı gönderdiler ve eşleri şırınga yöntemi ile hamile kaldı. Bu yöntemle yaklaşık 30 çocuğun doğduğunu biliyoruz diye ekliyordu! Başka bir esir ise, 10 yıl boyunca ailemi sadece 3 kez görmeme izin verdiler.
Ders almamız gereken bir kaç nasihatle ayrıldım aralarından… Bunlar sadece bir nasihat değildi! Hayatın acı gerçekleri ve bizim haberimizin olmadığı bir mücadelenin sebat dolu sayfalarıydı.
*Her gün bir önceki günden daha iyi olmalıdır…
*Kur’an’dan her gün bir hakikat düşmezse gönle o gönül haraptır!
*Disiplin, sıkı kontrol, plan ve dikkat bizim için vazgeçilmez hususlardır. Bunların ihmalinde tekrar bir yaşama şansımız olmayacaktır.
*Ne olursa olsun davamız için belli bir infakımız olmalıdır.
* Bizimle savaşanlar İslam ümmetine ulaşmak için önce bizi yok etmek istiyor ve ayaklarını burada sabitlemek istiyorlar. Bunu yaparlarsa bir sonraki durak vadedilen toprakların kalan kısmıdır…
*Bizim edebiyatımızda imkansız denen bir şey yoktur! Herkes bir şey yapabilir.
*Ne kadar sıkıntıda olursak olalım bir alanda uzmanlaşmak zorundayız!
Son olarak ‘Özgürlere Vefa’ esir takası dolayısıyla hapishaneden çıkmış birine sordum size çok kötü davranıyorlar mıydı?
“Onlar bizi her gün öldürüyorlardı. Yavaş yavaş, akıllıca ve bazı zamanlar görülmemiş işkencelerle” Sonra kendi kendime sordum: Dünyanın gözü önünde bütün gelişmiş teknolojisiyle katliam yapan bu azgın güruh elleri altında olanlara ne yapmaz ki..?
“Ümmetimden bir grup kıyamet kopuncaya kadar hakkı koruyacak, düşmanı korkutacak ve kıyamet kopuncaya kadar da bu mücadelelerini devam ettireceklerdir. Sahabe sordu: Onlar nerede olacaklar Ya Resulallah? Efendimiz: Onlar Beytü’l Makdis’te ve Beytü’l Makdis’in çevresinde olacaklardır.” dedi.

Recep Songül

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?