Bismillah…

Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
İslam’a davette bulunmak şerefli bir vazife, Müslümanın dinine yönelik sorumluluğunun gereği ve peygamberlerden takipçilerine kalan kutsal bir emanettir. Müslüman bir fert, dinini öğrenmek ve yaşamakla yükümlü olduğu gibi onu diğer insanlara kal ve hal diliyle tebliğ etmekle de yükümlüdür. Her Müslümanın dini vecibelerini, derli-toplu olarak ifade etmek istediğimizde bunları öğrenmek, yaşamak ve tebliğ etmek şeklinde somutlaştırabiliriz. Özetle her Müslüman işini görecek kadar ilim elde etmekle yükümlüdür. Örneğin, namaz küçük istisnalar hariç herkese ve her halükarda farz bir ibadet olduğuna göre her Müslüman namazı ve abdest gibi namazla ilgili konuları öğrenmek zorundadır. Fakat zekat verecek kadar varlıklı olmayanlar zekatı, hac ibadetini yapma imkanı olmayanlar da haccı öğrenmek zorunda değiller. Kişinin bilmekle yükümlü olduğu bilgiler eskiler tarafından ‘ilmihal’ yani kişinin hal ve durumu için gerekli olan bilgi şeklinde adlandırılmıştır. Trafikte araç kullanıp kuralları ihlal eden kişinin “Trafik kurallarını bilmiyordum.” demesinin onu cezadan kurtarmayacağı gibi, hesap gününde “Niçin namaz kılmadın?” soru ve sorgusuna “Abdest almayı ve namaz kılmayı bilmiyordum.” demek kimseyi sorumluluktan kurtarmaz. Kişi gayrimüslim ise araştırıp hak yol olan İslam’ı bulmak ve iman etmekle yükümlüdür. Yahudi, Hiristiyan, Ateist vb. İslam dışı yollardan herhangi biri üzerinde yaşayıp ölen birisi nasıl ki “Niçin araştırmadın?”, “Niçin hak yol olan İslam’a girmedin?” diye hesaba çekilecek, cahilliği ve araştırmaması onu kurtarmayacaksa Müslüman birinin dinini öğrenmemesi ve bunun sonucu olarak onu uygulamaması ve tebliğ etmemesi de mazeret olarak kabul edilmeyecek ve onu sorumluluktan kurtarmayacaktır.

Dinimizi öğrenme yükümlülüğümüz olduğu gibi onu yaşama sorumluluğumuz da vardır. Bunun genel ölçüsünü şu şekilde özetleyebiliriz: Yüce Allah’ın belirlediği sınırlar içerisinde yaşamak, emirleri yerine getirmek ve haramları işlememek. Müslüman bir kişi dinini yaşamakla yükümlü olduğu gibi onu diğer insanlara tebliğ etmekle de yükümlüdür. Bu vazife yerine getirildiğinde sevap kazanılan ve ihmal edildiğinde cezalandırılmayı gerektiren cinsten bir farizedir. Örneğin, namaz kılmakla yükümlü olduğumuz gibi başta ailemiz olmak üzere insanlara namazı hatırlatmakla, tebliğ etmekle de yükümlüyüz.

Çağımızda İslam’ın kemiyet/nicelik ve keyfiyet/nitelik bakımından yeteri kadar tebliğ edilmediği bir hakikattır. İslam ne gayrimüslimlere ne de Müslümanlara yeteri kadar tebliğ edilebilmektedir. Başta Afrika ve Avrupa olmak üzere gayrimüslim bölgelerde çok sayıda Müslüman davetçi ihtiyacı apaçık bir hakikat iken Müslüman genç nesillerin dinden bihaber büyümeleri ve her konuda İslam dışı bir rota izlemeleri gönlümüzü yaralayan bir sızıdır. Davetin kemiyeti yeterli olmadığı gibi keyfiyeti hususunda da ciddi sorunlarımız mevcuttur. Bunu biraz açmakta ve bu husustaki yaramızı bir nebze de olsa deşmekte yarar vardır.

Son yıllarda yaptığım ziyaretlerde sık sık “Davetimiz yeterli ve yetkin mi?”, “Davetimiz niçin güçlü bir etki oluşturmuyor?”, “Niçin davet merkezlerine, ders ve sohbetlere insanları çekemiyoruz?” vb. çok sayıda soruyla karşılaştım. Doğal olarak bu soruların cevapları kapsamında bazı söylemlerimiz oldu: İnsanların dünyevileşmeleri ve yer yer sekülerleşmeleri, Fetö vb. yapıların Müslümanlara yönelik oluşturdukları kötü imaj ve korkular, Müslümanların rehavete kapılmaları, davetçilerin davetin içeriğini hayatlarında yeterli miktarda yaşamamaları ve yaşantılarının iyi örneklik teşkil etmemesi…

Bu soruların cevapları üzerinde düşünüp okumalar yaparken siyerden bir davet kesiti beni çok etkiledi ve bana öyle geliyor ki işin sırrı burada yatmaktadır. Bu kesit müttefekun aleyh bir rivayet olup birçok siyer kaynağında geçmektedir. Biz burada İmam Buharî’nin rivayeti ile yetineceğiz.

İslâm, Mekke’de ilk üç sene Allah Resulü (sav) ve arkadaşları tarafından gizli bir şekilde tebliğ edildi. Müslümanların sayısı otuzu aşınca gizli davet aşaması tamamlanıp açık davet aşaması başladı. “Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, müşriklere aldırış etme!”1 ayeti nazil olduktan sonra Allah Resulü (sav) açık davet startını verdi. “Peygamberimiz (s.a.s), Safâ tepesine çıktı, “Ey Fihr oğulları, Ey Adiyy Oğulları…” diyerek aile isimlerini tek tek sayarak toplanmaları için Mekkelilere seslendi. Öyle ki gidemeyen yerine elçi gönderdi. Mekkeliler toplanınca onlara şöyle hitap etti: “Şu vadinin arkasında size saldırmak üzere bekleyen bir ordu var, desem bana inanır mısınız?” Mekkeliler hep bir ağızdan, “Evet, inanırız. Zira biz senin yalan söylediğini hiç işitmedik.” diye karşılık verdiler. Bunun üzerine Rahmet Elçisi, “Ben sizi şiddetli bir azap hususunda uyarıyorum.” dedi.2

Burada mesajın ciddiyeti çok net bir şekilde dile getirilmiştir. İlahî mesaj Allah Resulü (sav) tarafından dolambaçlı, yumuşatılmış, yuvarlatılmış veya sıradan bir sosyal aktivite haline getirilmiş olarak değil apaçık bir şekilde olduğu gibi iletilmiştir. Allah Resulü (sav), insanlara özetle şunu demiştir: Yaratıcınız size bazı sorumluluklar yüklemiş, bunları size bildirmek üzere beni elçi olarak göndermiş. Bana uyarsanız sizin için Allah rızası ve cennet; aksi durumda O’nun kızgınlığı ve cehennem azabı vardır. Böyle bir mesajla karşılaşan kişi ilgisiz kalabilir mi? Geceleri rahat uyur mu?

Bugün, maalesef davet çalışmaları sıradan bir kültürel veya sosyal bir etkinlik şeklinde insanlara sunulmaktadır. İnsanlar davet edilirken çok gereksiz bir şekilde seçici davranılmaktadır. Birileri rahatsız olmasın diye son derece nazik ve kibar bir dil kullanılmaktadır. Böylece davet insanlar nezdinde sıradan ve ilgisiz kalınabilinecek bir etkinlik olarak algılanmaktadır. Mütedeyyin veya dine soğuk davranmayan kişiler seçilerek davet yapılıyor. Oysaki bu davet geneldir, evrenseldir. Hatta denilenilir ki dinsiz veya dine soğuk davrananlar bu davete daha çok muhtaçtırlar. Bugün çoğu kişi davet çalışmalarına “çay faslı”, “çiğ köfte muhabbeti” vb. adlarla davet edilmektedir ve icra edilen dini nasihat da işin sosu/süsü şeklinde sunulmaktadır. Böyle davet çalışmalarının ilgi görmesi ve ciddi insanları etrafında toparlaması beklenir mi?

“Değerli kardeşim, müntesibi olduğun İslam dinini doğru bir şekilde biliyor musun? Dini sorumluluklarını biliyor musun? Bunları uyguluyor musun? Şu anki yaşantın üzere ölecek olursan pişmanlık duyacak mısın? Bu vb. soruların cevaplarını bulmak ve üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmek üzere bir araya geliyoruz. Seni de aramıza katılmaya davet ediyoruz.” Bugün eğer davet edilen kişiye örneğin3 böyle bir söylemle yaklaşılsa muhatabımız daveti nasıl karşılar? İlgisiz kalabilir mi? Böyle bir davet onu sarsmaz mı? Böylece dileyen dilediği yolu seçebilir.

Davetin etkili olmasında davetçilerin yaşantısı, örneklik durumları da son derece kritik bir öneme sahiptir. Üstat Mustafa Meşhur (Allah rahmet eylesin.) Davet Fıkhı serisini oluştururken “Davet Yolunda Örneklik” adlı bir ana bölüm oluşturmuştur. Böylece örnekliğin davetçi için ne kadar önemli bir meziyet ve kuşanması gereken zorunlu bir donanım olduğunu bize hatırlatmıştır. Davet Fıkhı serisinin bu bölümü davetçilerin sürekli okuyup kendilerini muhasebe etmeleri gereken bir alan olmalıdır. Davetçi, ebeveyn veya evlat; yönetici veya yönetilen; patron veya çalışan; öğretmen veya öğrenci; zengin veya fakir; her ne statüde bulunursa bulunsun çevresine örnek olmak zorundadır. Tebliğde sadece dilimiz konuşmamalı, halimiz de dile gelmelidir. Unutmayalım ki eğitim sadece sözel bir süreçten ibaret değildir. Başkasını taklid etmek, onun gibi olmaya çalışmak, ona özenmek vb. durumlar da eğitim ve öğretim sürecinin önemli araçlarıdır. İnsanlar sadece düşünerek değil, aynı zamanda görerek, işiterek ve çevresinden etkilenerek öğrenirler ve bunun sonucunda kişilikleri gelişir. “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”4 Ayetten anlaşılıyor ki bilgi kaynağımız sadece düşünmek değildir. İşitmenin ve görmenin katkısını unutmamalıyız. Çocukların öğrenme, beceri kazanma ve eğitim süreci böyle değil midir?

Kur’an-ı Kerim’de iyi ve güzel örnekliğe önem vermeye ve sahip çıkmaya davet edilirken; kötü örneklik ve arkadaşlıktan sakındırmaya yönelik nice uyarılar vardır. “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”5, “İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Öyleyse onların hidayetine tâbî ol!”6, “O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.”7

Davetçiler iyi bir bilgi birikimine sahip olabilirler, bunu insanlara sunmak için doğuştan verilen yeteneklerle beraber kazanılan becerilere de sahip olabilirler. İlim, yazı, hitabet, ses tonu ve çağımız insanının peşinden koştuğu görseller… Fakat bunlar rabbani bir davanın başarısı için yeterli değildir. Hatibin hitabetinde ve yazarın yazısında bereket olmadıktan sonra ne hitabet salon gürültüsünün ötesine geçer ne de yazı sıradan bir edebiyat çalışmasının ötesine geçer. Sözlerimize, hitabetimize ve yazımıza bereketi sağlayan örnekliğimizdir, yaşantımızdır. Evet, söz ve yazımızla amel ediyorsak Yüce Allah bereket ve tesir gücünü bahşeder. Bu hususta Seyyid Kutub’u dinlemeye ne kadar muhtacız! “Muhakkak ki, kalem sahipleri çok şey yapabilirler. Ancak bir şartla: Düşüncelerinin yaşayabilmesi için kendileri ölecekler, bunu göze alacaklar. Düşüncelerini, etleri ve kanlarıyla besleyecekler! Hak olduğuna inandıkları sözleri söyleyecekler ve onun uğruna kanlarını feda edecekler! Şüphesiz düşüncelerimiz de, kelimelerimiz de hareketsiz ve ruhsuz cesetler olmaktan kurtulamayacaklardır. Ne zaman ki, biz onların uğrunda ölürüz, onları kanımızla besleriz; işte o vakit dirilirler ve diriler arasında yaşama şansını elde ederler.”8
Selam ve dua dileği ile…

Kaynakça
1) Hicr, 94. 2) Buhârî, Tefsîr, Şu’arâ suresinin tefsiri, 4770 nolu hadis. 3) Doğal olarak muhatab ve onun ihtiyacına göre farklı söylem ve yaklaşımlar benimsenebilir. 4) Nahl, 78. 5) Ahzab, 21. 6) En’am, 90.
7) Furkan: 27, 28 ve 29. 8) Seyyid Kutup, İslam Etüdler kitabı.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?