Bismillah…
Hamd ü senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur. O’na hamd eder, O’nu tesbih ederiz. Allah’ın salât ve selamı şükreden kul ve vazifesini hakkı ile yerine getiren elçi Hz. Muhammed’in (s.a.v.), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…

1995 yılı idi. İHL’yi yeni bitirmiş, üniversite sınavından henüz çıkmış ve İstanbul’a gelmiştim. Kendisini iyi takip eden ve seven bir arkadaşımla Üstad’ı ziyaret ettik. Cağaloğlu’ndaki Diriliş Yayınları’na girdiğimizde kendimizi çok sayıda kitap ve Diriliş Gazetesi’nin eski sayıları arasında bulduk. Biraz sonra bizi Üstad’ın odasına aldılar. Selam verip oturduğumda arkasındaki duvarda asılı duran Diriliş Partisi tabelasına gözüm takıldı. Üstad’ın aynı zamanda bir parti başkanı olduğunu öğrendiğimde biraz şaşırmıştım. Parti adının altında kuruluş tarihi 1990 olarak yazılı idi. Bu durum şaşkınlığımı daha da arttırmıştı. Üstad’ın partisinden haberimiz yok, hem de altı yıl önce kurulan partisinden. Muhabbet ve kelam faslı bununla başladı. Niye haberimiz yok? Bu partinin tanıtımı niye yapılmamış? vb. ukalaca ve sorumsuzca soru/eleştirilerimize karşılık çok sert cevaplar aldık ve iyi bir azar işittik. Bazı büyükler kusurları emerler, pervasızlığınıza rağmen sizi özveri ve merhametle karşılar ve kuşatırlar. Üstad böyle değildi. Gördüğümüz karşılama istisnai bir durum değilse, onun sert bir yaklaşıma sahip olduğu, hataları sert bir ikazla düzeltme eğiliminde olduğu ve zor bir kişilik olduğu söylenebilir. Bu zor tanışmadan itibaren Üstad’ın yazı, konuşma ve kitaplarını takip etmeye başladım.

Yakın dönemde icra edilen seçimlerin birinde, seçim atmosferine girdiğimiz günlerde içimde seçim ve partilere dair okuma iştahı kabardı. Bu meyandaki kitapları karıştırırken Üstad’ın Çıkış Yolu-II; Medeniyetimizin Dirilişi adlı kitabını fark ettim. Hiç tereddüt etmeden kitabı okumaya karar verdim. Kendime, hem istediğim güncel konuyu hem de sevdiğim üstadı okumuş olurum, dedim. Yani, nurun ala nur. Kitabı bitirdiğimde, içindekilerin gündelik ve sıradan siyaset ve parti olaylarıyla ilişkili olmadığını gördüm. Üstad, 1991-1994’te seçim çalışmaları kapsamında verdiği dört konferanstan müteşekkil olan bu kitabında; hakikatten, medeniyetin fikir, hareket ve sanat boyutlarından, güçlü bir devlette bulunması gereken özelliklerden, dirilişten, ölümden ve daha nice hayati konudan söz ediyordu. Bir an düşündüm, bu ne güzel bir parti çalışması bu ne bahtiyar seçmen kitlesi! Keşke ben de bu seçim çalışmalarına katılabilseydim, dedim.

2013’te İstanbul’a taşındıktan sonra onu hep ziyaret etmek istedim, fakat çoğu hafta sonlarında il dışında olmam onun cumartesi sohbetlerine katılmama engel oldu. Pandemi günlerinde özellikle ziyaret etmek istedim, birkaç defa da sekreterini aradım. Fakat kısıtlama tedbirleri ve sohbetlere verilen ara nedeniyle onu görmek nasip olmadı. Bu fani dünyada ne çok yerine getirilemeyen isteklerimiz vardır! Tıpkı Üstad gibi. Ey Sevgili şiirinde, “Uzatma dünya sürgünümü benim” diyen Üstad, sürgününün kısa sürmesini talep etti, fakat 88 yıl yaşamak zorunda kalmadı mı?

Üstad Sezai Karakoç’un vefat haberinden itibaren onu yakından tanıyan çok sayıda düşünür, yazar ve edebiyatçı samimi ve ufuk açıcı yazılar yazdılar. Benim bu yazım hiç şüphesiz bu kapsamda değerlendirilemez. Ben bu satırlarla sadece samimi birkaç duygumu ifade etmeye çalışmak istedim. Üstadın, daha hayatta iken hakkında panel ve sempozyumların düzenlenmiş olması, bunların kitaplaştırılması ve çok sayıda ilmi makalenin yazılmış olması sevindirici bir durumdur. Ben, Üstad’ın tanınmasına ve irfanından istifade edilmesine yönelik çabaların devam edeceğini umuyorum.

Üstad, büyük bir şair ve edebiyatçı idi. Şiirinin estetiği ve mana boyutu kendine hastır. Şiiri, bizi içine çeken ve devamında bizi içimize çeken bir güce sahiptir. Üstad hem nesri hem de şiiri ile bize düşünmeyi öğretti. Müslümanca düşünme yöntemlerini ve başka mecralarda kaybolmamayı öğretti.

Üstad, sadece büyük bir şair veya edebiyatçı değildi. Aynı zamanda iyi bir düşünür ve aydın idi. Eserleri, edebi zevkimizi doyurduğu gibi düşünce ufkumuzu genişletiyor ve idrakimize derinlik katıyor. Gerçek bir aydın idi. Çünkü özgürce düşünüyordu. Tabir caizse, kendi zihni kabiliyetiyle düşünen ve kendi gönlüyle hisseden birisi idi. Serbest düşünen, düşündüklerini özgürce ortaya koyabilen, kimseye kendini sevdirme derdinde olmayan ve yaranma endişesi taşımayan, dolayısıyla ne düşündüğünü ve neye inandığını rahatça dile getirebilen birisiydi. Maalesef, çevremizde aydın olarak nitelendirilen çoğu kişinin kusuru özgün ve dolayısıyla özgür düşünceden yoksun olmasıdır.

Aydın, gündelik siyaset dilinin ve moda söylemlerin ötesinde bir bakışa ve duruşa sahip olmalıdır. Bu anlamda aydın hür bir tefekkürle zamana bakarken, zamanın ötesinde bir idrake sahip olandır. Üstad Sezai Karakoç, bu yönüyle gerçek bir aydın idi.

Kanaatimce, Üstad’ın özellikle üzerinde durulması gereken ve bugünkü Müslümanlara en faydalı olan yönü onun bütün boyutlarıyla dünyevileşmeye karşı sergilediği koruma kalkanıdır. O da bizim gibi beton zeminlerde yaşadı, soluduğumuz havayı teneffüs etti. Fakat pergelin güçlü ayağını dünyaya değil, ukbaya ayarlamıştı. Ne dünya ehli oldu ne de kölesi. Böylece dünyevileşmenin her iki boyutu şahsiyetine sirayet etmedi. Ne mal, ne makam, ne şehvet ne de diğer dünyevi metalar onu cezbedebildi. Zahitçe bir hayat yaşadı. İzzet-i nefsiyle, onuruyla, çilesiyle ömrünü/dünya zindanını tamamladı.

Üstad’ın bu yönünü Yusuf Kaplan Hoca Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde şöyle ifade ediyor: “Bir kartaldı üstad Sezai Karakoç. Hem keskin gözleri ve gözlem gücü, dik duruşu, yılmayışı ve asaletiyle hem de yükseklerden uçuşu, en yükseklere uçuşu, zirvelere ve tabiî ötelere, ötelerin ötesine kanat çarpışıyla bir kartaldı. Kartal gibi baktı yüksekten dünyaya. Kartal gibi asilce yaşadı. Ve bir kartal gibi yükseklerden uçarak göçtü gitti bu dünyadan.”1

Şehir efsanesi şeklinde dilden dile dolaşan Üstadın “geçimsiz ve hayata küskün” bir kişiliğe sahip oluşu doğru olmamakla beraber kendisinin dünyevileşmeye karşı gösterdiği tedbirlerin bizdeki algısı olabilir. Bu hususta onunla teşriki mesai yapanlar daha fazla söz söyleme hakkına sahiptirler. Ben bu hususta İsmail Kılıçaslan’ın kanaatine katılıyorum. Yeni Şafak’taki köşesinde bu konuda şunları yazmıştır: “Sezai Bey’i birazcık olsun yakından tanıyan herkes bilir ki o iletişimsiz, gelenlere kapısını kapatan, hele “küskün” biri hiç değildir, olmamıştır. Kuşe-i uzletinde, kapısını kim çalarsa çalsın nezaketsizlik etmeden görüşen biri olagelmiştir hep. Bu yanıyla Sezai Bey hakkında oluşturulan “küskünlük efsanesi” hakikat değildir. O, evet, “görünmemeyi” bilinçli şekilde tercih etmiş, fotoğraf vermekten kaçınmış biridir ama bu, onu “dünyaya ve insanlara küskün biri” haline getirmez. Yaşam pratiklerine son derece önem veren biri haline getirir ki bu, artık bizim gibi “omurgası gevşek 21. yüzyıl insanlarının anlayabileceği bir şey değildir. Çünkü biz, genel olarak “prensiplerine düşkün insan” figürünü hayatımızdan çıkararak yaşamaya alışkınızdır.”2

Üstad Sezai Karakoç, Rabbine kavuştu. Yüce Allah ona rahmet eylesin. Mekânını cennet, makamını âlî kılsın. Rabbim bize ilim ve irfanından müstefid olmayı nasip etsin. Âmin.

Kaynakça;
1) https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/bir-kartal-uctu-2060218.
2) https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismail-kilicarslan/sezai-karakocun-uyandigi-gun-2060205.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?