Bismillah… Hamd ve senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (c.c) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…

Bu makalede Eğitim Risalesi fehm rüknünün 18. maddesini açıklamaya çalışacağım.

Fehm/Anlamak: Madde 18: “İslâm aklı özgürleştirir, onu kâinat üzerinde düşünmeye teşvik eder, ilim ve âlimin değerini yüceltir ve her şeyin iyi ve yararlısını kabul eder. Hikmet müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa onu almaya daha fazla hak sahibidir.”

Akıl Nedir?

“Sözlükte masdar olarak “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl (el-akl) kelimesi, felsefe ve mantık terimi olarak “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir.”1 Başka bir ifade ile aklı şöyle tanımlayabiliriz: Duyu organları ve diğer yollarla elde edilen bilgi ve verileri işleyen, bunların ardındaki soyut kavramları anlamayı sağlayan, nesne ve olaylar arasındaki bağlantıları çözen fıtrî yetenek.

İslâm’ın Akla Verdiği Değer

Akıl, yüce Allah’ın insana verdiği en büyük nimetlerdendir. Hatta bu nimetlerin başında gelmektedir. Çünkü akıl olmadan sağlık, mal, güzellik vb. diğer nimetler ne yeteri kadar anlaşılabilir ne de onlardan istifade edilebilir. Kur’ân-ı Kerim’in ilk inen ayeti/emri aklın ve ilmin temel aracı ve geliştiricisi olan okuma ile ilgilidir. “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”2

Şehit İmam Hasan el-Bennâ’nın dediği gibi “İslâm aklı özgürleştirir, onu kâinat üzerinde düşünmeye teşvik eder, ilim ve âlimin değerini yüceltir ve her şeyin iyi ve yararlısını kabul eder.” Hiçbir din veya düşünce akımı İslâm kadar aklı düşünmeye davet etmez, onunla karar almayı sayıklamaz. Kur’ân-ı Kerim, insanları aklını geliştirmeye ve kullanmaya sık sık davet eder. Bunun gerçekleşmesi için de insanları düşünmeye ve ilme sarılmaya teşvik eder. Aklı bu ikisi kadar geliştiren başka ne olabilir ki? Kur’ân-ı Kerim’in tefekkür, düşünme daveti yalındır, mutlaktır ve hiçbir kayıtla sınırlı değildir. Keza ilme verdiği değer de sadece şer’i/dini ilimlerle sınırlı değildir. Kur’ân-ı Kerim fıkıh, hadis, tefsir ve akait gibi şer’i ilimleri önemsediği kadar matematik, tarih, coğrafya ve zooloji gibi beşerî ilimleri de önemser.  Yüce Allah’ın “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar” buyurarak âlimleri övdüğü ayet siyak ve sibak bağlamında incelendiğinde bu husus net bir şekilde anlaşılacaktır. “Görmüyor musun ki Allah gökten su indirdi. Biz onunla türlü türlü ürünler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı (birbirinden farklı) çeşitli renklerde yollar (katmanlar) var, simsiyah taşlar da var. İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”3

İslâm’ın aklı ve onu geliştiren araçları bu kadar önemsemesi garipsenmemelidir. Çünkü insanı ayrıcalıklı kılan iradesi ve dolayısıyla mesuliyeti aklın varlığı ile bağlantılıdır. İslâm’a göre insanı insan yapan, onun her türlü amellerine anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında onun yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Bu hususta tüm âlimler ittifak etmişlerdir. Bir hadisi şerifte şöyle ifade edilmiştir: “Kalem (sorumluluk) üç kişiden kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, aklı başına gelinceye kadar deliden, buluğa (ergenliğe) erinceye kadar çocuktan.”4 Dikkat edilirse her üç durum aklın yitirilmesi veya geçici olarak devre dışı olması ile ilgilidir.

“Kur’ân’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm “ancak bilenlerin akledebileceğini” söyler (Ankebût, 43). Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri, “… Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler” (Bakara, 171) diyerek yermiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir” (Yunus 10/100) ayetiyle bütün insanlığı uyarmış ve akıllarını kullananların cehennem azabından kurtulacakları (bk. Mülk, 10) belirtilmiştir. Kur’ân’ın birçok ayetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir.”5

Kur’ân’da akılla eşanlamlı olmamakla beraber ona yakın anlamda kullanılan çok sayıda kelime (kalb, çoğulu kulûb; fuâd, çoğulu ef’ide ve elbâb, tekili lüb, Kur’ân’da geçmez.) vardır. Akıl kelimesine yakın anlamlarda kullanılan bu sözcükler sezme, anlama, vicdanının sesini dinleme ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü gibi anlamları ifade etmektedirler. Elbâb lüb kelimesinin çoğulu olup Kur’ân’da 15 defa tekrarlanmıştır. Lübb sözlükte öz, çekirdek anlamındadır ve terim olarak akıl anlamında kullanılması, aklın insanın özünü oluşturduğu ve gerisinin kabuk mesabesinde olduğu vurgusunu yapar.

Aklın Konumu ve Sınırı

İslâm’da en yüce hakikat ve konu olan yüce Allah’ın varlığı temelde akli bir konudur. Bizler aklımızı kullanarak O’nun varlığını ve bazı sıfatlarını anlar ve kabul ederiz. Yüce Allah (c.c) körü körüne, salt itaatle veya taklit ederek değil, düşünerek, aklımızı kullanarak O’nu bulmamızı ve O’na iman etmemizi istemektedir. “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.  Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.”6 Bundan dolayı İslâm kelamcıları şöyle demişlerdir: “Allah’a iman etmek naklen değil, aklen vaciptir.”

İslâm inancının ikinci temel konusu olan peygamberlere iman da temelde akli bir konudur. Çünkü Allah’ın varlığını ve O’nun başta insan olmak üzere tüm kâinatı yoktan var ettiğini kabul eden birisi aklını kullanarak yaratıcı ile irade sahibi insan arasındaki ilişkiyi sorgular: Bizi yaratan bizden ne istiyor? O’nun emirlerini yerine getirmezsek ne olur? Biz öldükten sonra ne oluruz? O’nun mesaj ve isteklerini bize ileten birilerine (peygamberlere) gereksinim var mı? Peygamberler nasıl birilerdir? … Neticede aklımızla peygamberlere olan ihtiyacı benimser ve peygamberlik iddiasında bulunan kişinin doğruluğuna veya yalancılığına da onunla karar veririz.

İmanın diğer esasları ise temelde bu iki esasa bağlı olduğundan aklı ile bu iki esası kabul eden kişi diğerlerini de kabul eder. İnanç esaslarını benimsemede aklın direkt veya dolaylı bir şekilde belirgin bir rolü vardır. Yukarıda geçen temel iki inanç esasına direkt olarak aklımızla inanırız. Yüce Allah’ın ve elçisinin bize bildirdiği ve gayb kapsamında değerlendirilebilen esaslara da dolaylı olarak aklımızla iman ederiz.

Akıl her şeye karar verebilir mi? Veya Akıl-Vahiy ilişkisi Ne Olmalıdır?

Akıl görebildiği, dokunabildiği ve daha genel bir ifade ile duyularla ulaşabildiği hususlarda karar verebilir. Bu hususlarda da zaman ve mekân onu sınırlandırır. İnsanoğluna verilen bilgi edinme yolakları olan duyuların nicelik ve nitelik bakımından sınırlı olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Akıl düşündüğünde, bir hususta yargıya vardığında zaman ve mekân sınırının dışına çıkamaz. Dolayısıyla zaman ve mekân boyutu bilinmeyen/bulunmayan hususlarda aklın işletilmesini talep etmek gözü olmayandan görme fonksiyonunu icra etmesini istemeye benzer. Ayrıca akıl duyguların, eğitim-öğretim ve kültürün tesiri altında kalabildiği için güzelin çirkin, iyinin kötü, doğrunun yanlış olduğuna hükmedebilir. Bu hususta karışıklığı artıran başka bir durum da şudur: Hangi akıl? Bilim insanlarının aklı mı, aydınların mı, felsefecilerin mi, yöneticilerin mi, …?

Şu hakikattir ki, duyu ve tecrübe dünyasında yanılabilen akıl gayb âlemiyle ilgili hükümlerde daha fazla yanılabilir ve bu âleme ait bilgileri idrak etmekten âciz kalabilir. Bu nedenle akıl temelde vahye muhtaçtır. Zira akıl, mutlak gerçeği kuşatabilecek ve bütün sınırlarını çizebilecek bir mükemmellikte değildir.

Akla yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi onun Şeytanın mantığı ve yöntemi ile kullanılmasıdır. Şeytan aklını alanı dışında kullanarak saptı ve bazı insanları saptırmaya çalıştı. Bize düşen aklı kendi alanında çalıştırarak dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmeye çalışmak ve diğer alanlarda vahyi tasdik etmektir. Keza, aklın vahye muhtaç olduğunu ve naklin gerisinde tutulması gerektiğini kavramaktır. Örneğin, bizler meleklerin ve cinlerin varlığına iman ederiz. Çünkü bunların varlığını bize bildiren kaynak, aklımızla inandığımız ve doğruluğunda şüphe duymadığımız bir kaynaktır. Keza, Allah resulü (sav) bir kişi öldüğünde kabri ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur, der. Biz bunu kabri açıp görerek aklımızla çözemeyiz. Bize düşen doğruluğuna inandığımız elçiye güvenip iman etmektir.

Sübutu (varlığı) ve delaleti (anlamı) kesin olan vahiy nasları (metinleri) karşısında aklın teslim olması gerekir ve sorgulayıcı özelliğini burada kullanmaması gerekir. Örneğin akıl günde beş defa kılınan namazı veya yılda bir ay tutulan orucu tartışmamalı ve alternatifler sunmamalıdır. Akıl burada İmam Gazali’nin dediği gibi, güvenilir doktor yanında tedavi peşinde koşan hasta gibi davranmalıdır. Böyle bir hasta ne ilacın günde kaç defa alınacağı ne de nasıl alınacağı hususunda doktora itirazda bulunmaz. Kesin olan vahiy alanı dışındaki alanlarda –ki buna birden fazla anlamı bulunan vahiy metinlerinin yorumlanması da dâhildir.- aklın kullanılması caiz olmanın ötesinde istenen bir durumdur. Örneğin Müslümanlar akıllarını; hukuk sisteminin daha iyi bir şekilde adaleti sağlaması, eğitim düzeyinin yükseltilmesi, birey ve toplum sağlığının iyileştirilmesi, ülkenin teknolojik olarak gelişmesi ve tarım üretiminin iyileştirilmesi gibi konularda kullanmalıdırlar.

Aklın başlıca rollerini şöyle özetleyebiliriz:

  1. Akıl, vahyin/nassın beşerî yorumuna karşıt bir yorumla muhalefette bulunabilir. Bu muhalefet içtihat kapsamında değerlendirilip vahye muhalefet olarak değil, beşer aklının beşer aklına muhalefeti olarak kabul edilir.
  2. Akıl, kâinat ve insan üzere tefekkür edebilir ve böylece imanı takviye edebilir.
  3. Akıl, vahyi anlamaya, çözmeye ve hikmetini kavramaya çalışabilir.

Kelamcılar ve felsefeciler vahiy ile iletişimde aklın rolünün ne olabileceği hususunda epeyce kafa yormuşlar. Mu’tezile fırkası aklı mutlak bir bilgi kaynağı olarak görmüş, onu naklin önüne sürmüş ve onu nakil üzere hakem olarak tayin etmiştir. Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye kelamcıları ayrıntılarda farklı bazı görüşler benimsemişlerse de aklın nakil karşısındaki durumunu belirlerken naklin esas kabul edilip akıl kaideleriyle teyit edilmesi gerektiği hususunda birleşmişlerdir.  •

Kaynakça

1) Bolay, Süleyman Hayri, Akıl maddesi, DİA 2) Alak, 1. 3) Fâtır, 27-28 4) Müsned, İmam Ahmed 5) Bolay, Süleyman Hayri, akıl maddesi, DİA 6) Âl-i İmrân, 190-191.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?