Beyan, apaçık, aşikar olmak demektir. Beyan etmek ise, vuzuha kavuşturmak,anlaşılır kılmak anlamına gelir. Tersi olan ketm ve kerman ise gizlemek, üstünü örtmek, kapalı kılmak demektir. Beyan ve ketm Kurani birer kavramdırlar. Kuran-ı Kerim’de sıkça tekrarlanan bu kavramlara örnek olması açısından Bakara suresinin 159-160. ayetlerini verelim:
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler. Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.”

Sadece bu iki ayet bile beyan sorumluluğunun ne denli kritik olduğunu ifade etmeye kafidir.
Kur’an-ı Kerim’de bircok ayette İslam mesajı ‘beyyine’, apacık hakikat olarak zikredilmiştir. Bu mesaj, yapısı gereği apacıktır. Hic kimsenin onu bazı kaygılarla muğlak, silik, belirsiz kılmaya hakkı yoktur.

Cemil Meric ‘Bu Ulke’ adlı eserinde ‘Tefekkur vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla’ başlığı altında şoyle diyor: “Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmaya mahkumdur.” Son donemin onemli duşunce ve kultur adamı Cemil Meric ne guzel ifade etmiştir! Sozler, ideolojiler, kavramlar, duşunceler ve mesajlar net, apacık, anlaşılır olmadan kısır dongulerden ve bocalamalardan kurtaramayız kendimizi.

Ahlakta doğruluk ve yalan ne ise İslami calışma usul ve yontemlerinde beyan ve ketm / hakikati gizleme de odur. Doğruluk sahibine gecici zarar ve kalıcı kazanc sağladığı gibi, yalancılık da sahibine gecici kurtuluş ve kalıcı zarar sağlar. Tebuk savaşından geri kalan K’ab b. Malik ve iki arkadaşının durumu ile diğerlerinin durumları gibi.

Metodolojide beyanı veya ketman’ul hakkı / hakkı gizlemeyi prensip edinen İslami çalışmaların durumları da böyledir.

İslam mesajının son temsilcisi olan Hz. Muhammed (sav) davetinde beyanı prensip edinmiştir. O İslam mesajını muhataplarına çok net bir şekilde ulaştırmıştır. Tabir ye­rinde ise beyanın zirvesini yaşamıştır. O İslam mesajını ümmilere de medenilere de, müşrik kabilelere de ehli kitaba da, Kureyş ve Arabistan’ın diğer kabileleri gibi dü­zensiz topluluklara da Rum ve Fars imparatorlukları gibi gelişmiş sistemlere sahip olanlara da apaçık bir şekil­de ulaştırmıştır ve gönül huzuruyla bu dünyadan irtihal etmiştir. Hz. Muhammed (sav) Veda Haccında Sahabe-i Kiram’a şöyle seslenmiştir: “Size benden sorulacak. Be­nim hakkımda ne diyeceksiniz?” Sahabe-i Kiram ise şöy­le cevap verdi: ‘Senin ilahi mesajı ilettiğine, emaneti yeri­ne getirdiğine, ümmete hayır ve nasihatte bulunduğuna şehadet ederiz.’ Bunun üzere Efendimiz (sav) şehadet parmağını göğe doğru kaldırarak ve Müslümanları kas­tederek şöyle buyurdu: “(Allahümme’şhed!) Allah’ım şa­hit ol! Allah’ım şahit ol! Allah’ım şahit ol!” (İbni Mace)

Davet hususunda Davetçinin sorumluluğu ile davet edilenin sorumluluğu farklı şeylerdir. Davetçi beyanla, davet edilen ise dinlemek ve kabul etmek ile yüküm­lüdür. Burada sorumlulukların ve rollerin değişmemesi gerekir. Başka bir ifade ile davetçi, “Davet edilen nasıl karşılar?” ,“Davetimi beğenir mi?” gibi kaygılara kapılma­dan davetini net bir şekilde aktarmalıdır. Mesaj davet edilen nezdinde ayan beyan olmalıdır. Davetin kabulü hususunda sorguya çekilecek olan davetçi değil; davet edilendir. Mesaj apaçık ve net olduktan sonra dileyen kabul eder, dileyen de vazgeçer.

Peygamberlerin Kur’an-ı Kerim’de geçen kıssaları ve Peygamberimizin sireti incelendiğinde beyan sorumlu­luğunun çok zirve bir düzeyde yerine getirildiği görüle­cektir. Başka bir deyişle elçiler ilahi mesajı yontmadan, eğip bükmeden ve halkların benimseyeceği bir formata sokmadan olduğu gibi aktardılar. Bu beyan sorumlu­luğu nice işkencelere ve sıkıntılara yol açsa bile… Peki, çağımızdaki davetçiler bu hususta ne durumdalar?

Son iki asrı incelediğimizde çoğu davetçinin elçile­rin izinden yürümedikleri maalesef görülecektir. Çağı­mızda çoğu davet­çinin mesajı olduğu gibi sunmak yerine; toplumların hoşuna gidecek bir format­ta sunmaya çalıştığı görülmektedir. Sanki herkesin razı olacağı bir mesaj varmış gibi. Bunun sonucunda ‘sol İslam’ veya ‘sosyalist Müslümanlar’, ‘Ame­rikancı İslam’ veya ‘sağcı Müslümanlar’ türemeye başladı. Bir başka ülkede suya sabuna dokunmayan sadece kendi hayatını yaşayan Müslüman­lar türedi. Japonya izlenimlerini yazan bir âlimin makalesini okuduğumda bir izle­nim beni dehşette bı­rakmıştı:

İslam’la şereflendikten sonra nice Müslüman Japon, bankadaki birikimini kimseyle paylaşmadığı gibi İslam’ını da paylaşmıyormuş!

Bu yaklaşım son derece gereksiz ve sakıncalı bir yakla­şımdır. Allah’ın laneti­ni gerektirecek kadar büyük bir günahtır. Zira davetçiler bu di­nin mesajını halkların nezdinde apaçık kıl­makla yükümlüdürler. Davetçiler şunu çok iyi bir şekilde bilmek zorundadırlar: Din in­sanlarda köklü bir de­ğişim yapmak üzere gönderilmiştir, insan­lardan etkilenmek için değil. Bu dinin yerel gelenek ve ideolojile­re uyumlu hale getiril­mesi onu rabbani ol­maktan çıkarıp beşeri bir nizam düzeysizliği­ne indirir.

Çağımızda hakkı beyan etme sorumluluğunu iyi bir şekilde icra eden bir örnekle bu makaleyi bitirmek isti­yorum.

İmam Hasan el-Benna Müslüman Kardeşler dava­sını 1928’de kurduğu günden günümüze kadar ihvan davetçileri hakkı beyan etme ve onu gizlememe husu­sunda son derece örnek bir tavır sergilediler. Onlar tüm dönemlerde gür bir sedayla hakkı beyan ettiler ve bu­nun için nice sıkıntılara katlandılar. İhvan tarihindeki sür­günler, takipler, tutuklamalar, işkenceler ve şehadetler hep beyan sorumluluğunun bedelidir. İhvan, değişimde şiddeti metod olarak benimsememesine ve Müslüman topluluklarda şiddete başvurmamasına rağmen bun­ca fedakârlıkları neyle açıklayacağız? İhvan’ın ilk Genel Mürşidi ile son Genel Mürşidinin yaklaşımı aynıdır. Son Genel Mürşit Muhammed Bedii’nin kendilerine karşı iş­lenen katliamlara karşı söylediği ‘Barışçıl tavrımız onla­rın kurşunlarından daha güçlüdür’ sözü hala kulaklar­da çınlamaktadır.

Evet, İhvan-ı Müslimin Filistin gibi bazı yerler hariç –ki burada Kâfir düşmanın fiili işgali söz konusudur- hiçbir Müslüman memlekette şiddet eylemlerine başvurma­mıştır. Fakat her dönmede hakkı apaçık bir şekilde hay­kırmıştır ve bunun için nice bedeller ödemiştir. Diyebiliriz ki asrımızda İslam’ın siyasi varlığının sonlandırılmasın­dan sonra (hilafetin ilgası) İslam mesajının anlaşılma­sında bu hareket en önemli paya sahiptir. Bu sonuç için tüm bu çile ve sıkıntılar değer.

Dr. Maruf ÇELİK

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?